Son birkaç ay içinde, İstanbul Sözleşmesi ve onu destekleyen kanunlar hakkında yazılar yazdım. Sosyal medyada da fikirlerimi paylaştım. Gittiğim yerlerde verdiğim konferanslarda ise insanların şu suallerine hep muhatap olmaktayım:

Hocam bu İstanbul Sözleşmesi’nin aslı esası nedir? Bize bunu anlatır mısınız?

 

Demek ki ya biz bazı noktaları atlıyoruz veya okuyucuya meramımızı tam olarak ifade edemiyoruz.

Hazreti Mevlâna “Sözlerim anladığın kadardır” derken ne hoş ifade etmiş…

Bu noktada bizim de sözleşmeyi biraz daha açık olarak ifade etmemiz gerektiğini anladım.

Zira bu sözleşmenin milletin geleceğini karartacağını ve aile yapımızı çökerteceğini belirtiyorsak onun ne olduğunu millete daha iyi izah etmemiz gerekiyor. Aksi hâlde bugünlerde belki yalnız dişi ağrıyan bağırıyor yani sözleşmenin acı zehrini yutanlar ağlıyor. Yarın millet topyekûn ağlayacak ise de iş işten çoktan geçmiş olacak. Bu itibarla bize düşen erken uyarı sinyallerini devreye sokmaktır. Hâlâ millet uyanmazsa ve idarecilerimiz de duymazsa biz en azından görevimizi yaptık diyeceğiz…

Ben bu konuda öncelikle sağduyulu hukukçularımızın konuşmasını beklerdim. TV’lerde bazı hukukçular siyaset konusunda maşallah ortalığı inletiyorlar. Fakat milletimin mahvına sebep olacak bir meselede hukukçu bir akademisyenden neredeyse daha tek cılız bir ses dahi duyamadım.

Millî meselelerde bizim bilim adamlarımız neden suskundur anlayamadım!

Diğer bir üzücü husus ise sağduyulu aydınların ve siyasetçilerin tutumudur! Maalesef bugün AK Partinin iktidar oluşu ve kanunun onun döneminde ortaya çıkması bu sözleşmeyi hiç tasvip etmediği hâlde siyasetçilerin ve büyük oranda aydınların elini ağzını bağlıyor. Hiçbiri sesini çıkarmıyor. Sadece susuyor ve seyrediyor.

Hâlbuki gerçek dost hataları gösterendir, nasihat edendir, yanlışlara dikkat çekendir. Şayet yanlış olduğunu bildiği hâlde susuyorsa dilsiz şeytandır veya dost sandığın gizli düşmanındır. Yok, bu sözleşmenin doğru olduğunu düşünüyorlarsa o zaman savunsunlar biz de bilelim. Hatalı olduğumuzu görelim.

Maksadı ve kapsamı

Öncelikle şunu belirtelim ki İstanbul Sözleşmesi’nin aslı, Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi’dir. Bu sözleşmenin ilk olarak İstanbul’da şerhsiz ve mutlak kabulü ve şekli oldukça düşündürücüdür.

Zira Meclis’e, 2011 yılında HDP Milletvekili Pervin Buldan sunmuş CHP desteklemiş ve o dönemki MHP ve AK Parti vekillerince de kabul edilmiştir. Aslında böyle meş’um bir sözleşmenin AK Parti ve MHP üyelerinin kabulünden nasıl bu kadar kolay geçtiğini anlamak için dönemin aktif FETÖ tesirini mutlaka dikkate almak gerekmektedir. Aksi hâlde Rusya’nın nesilleri mahveder diyerek 100 yıl görüşülmesini dahi yasakladığı bu sözleşmenin bu kadar kolay geçmesini izah edebilmek mümkün değildir.

Peki milletimizi yavaş yavaş patlama noktasına doğru götüren bu sözleşme nedir? Sözleşmenin maksadı, kapsamı ve tanımı okunduğu zaman perde gerisindeki meş’um hedef ortaya çıkmaktadır.

Maksadı: Kadınları her türlü şiddete karşı korumak ve kadına karşı şiddeti ve aile içi şiddeti önlemek, kovuşturmak ve ortadan kaldırmaktır.

Bazıları bu ifadelere bakarak kadına şiddete karşı bir sözleşme şeklinde düşünüyorsa zehri daha baştan kapıyordur.

Çünkü şiddet denilen uygulamanın tarifi çok geniştir. Bir söz, bir bakış istediği parayı vermeme gibi güya kadını aşağılamaya yönelik gösterilebilecek her hareket şiddetin içine dâhil edilebilmektedir. Nitekim sözleşmenin kapsamı açıklanırken bu husus şöyle beyan edilmiştir:

Aile içi şiddet de dâhil olmak üzere, kadınları orantısız bir biçimde etkileyen, kadına karşı her türlü şiddet için geçerli olacaktır. Kadına karşı şiddetten, kadınlara karşı bir insan hakları ihlali ve ayrımcılık anlaşılacak ve bu terim, ister kamu ister özel hayatta meydana gelsinler, söz konusu eylemlerde bulunma tehdidi, zorlama veya özgürlüğün rastgele bir biçimde kısıtlanması da dâhil olmak üzere, kadınlara fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik zarar ve acı verilmesi sonucunu doğuracak toplumsal cinsiyete dayalı tüm şiddet eylemleri olarak anlaşılacaktır. Taraflar bu Sözleşmenin hükümlerinin uygulanmasında toplumsal cinsiyete dayalı şiddetin kadın mağdurlarına özel olarak dikkat göstereceklerdir…

Maddede “toplumsal cinsiyet”, açıklanırken de “Herhangi bir toplumun, kadınlar ve erkekler için uygun olduğunu düşündüğü sosyal anlamda oluşturulmuş roller, davranışlar, faaliyetler ve özellikler olarak anlaşılacaktır” denilmektedir.

Dolayısıyla burada cinsiyet rollerinin kaynağı olan fıtrat ve yaratılış kaldırılmakta güya kadın ve erkek eşitlenmektedir. Kızlara İsmail, Ali, Mehmet, erkeklere ise Ayşe, Fatma ve Hatice isimleri verilecek, giyim kuşam birleştirilecek ve cinsiyet ayırımı olmadan isteyen istediği ile evlenebilecektir. Buna karşı çıkmak ise İstanbul Sözleşmesi’ne göre suçtur. Böylece dinimizce lanetlenen sapkınlıklar, kanunlarla meşrulaştırılmakta, eş cinsellik meşru ve normal hâle getirilmektedir.

Toplumsal cinsiyet eşitliği adı altında cinsiyet rollerine savaş açan, kadını erkekleştirme, erkeği kadınlaştırma politikaları bu milleti nerelere sürükler şöyle bir tefekkür etmez misiniz? Ailenin çatısı cinsiyet üzerine kuruludur. Nesiller öyle çoğalır. Cinsiyet yoksa aile de yoktur. Ailenin yok olduğu toplumlarda ise artık dinden, milletten devletten bahsetmek hayal olacaktır.

Bir yıkım aracı!

Öte yandan İstanbul Sözleşmesi’nin hız kesmeden ve giderek artan bir dozajda uygulanabilmesi için çıkarılan 6284 no’lu kanun ise, aileyi çökertmekte kullanılan başlı başına bir yıkım vasıtasıdır. İstanbul Sözleşmesi sayesinde Türk İslam aile yapısını yıkmak isteyenlerin ellerine verilmiş en tesirli silahtır. Panzehri olmayan bir zehir gibidir. Bununla güya şiddete uğrayan kadına şikâyet yolu açılırken tek taraflı olarak kadının beyanı mutlak esas kabul edilmiştir. Ardından İstanbul Sözleşmesi’ni takip etmek üzere AB’den ve Soros’tan gelen paralarla kurulan LGBT’li dernekler, kadınlara bu haklarını duyurmak üzere neredeyse tüm yurdu sarmış durumdadır. Maksatları kadına şiddeti bitirmek değil, evlilikleri yok etmek, nikâhlı birlikteliği ortadan kaldırmak ve gençlerimizi sapkın ilişkilere yöneltmek olup bu girişimlerine tam hız devam etmektedirler.

Sözleşmede devamlı vurgu yapılan eşitlik de aldatmacadan başka bir şey değildir. Zira 6284 no’lu kanunda “kadının beyanı esastır” denilerek, daha baştan kadın haklı erkek suçlu kabul edilmiştir. Erkek kendini savunma fırsatını dahi bulamadan doğru veya yanlış bir beyanla evinden uzaklaştırılmakta böylece aileyi parçalamanın birinci adımı kolayca atılmaktadır. Eşler arasına husumet tohumu ekilmektedir. TC kanunlarında erkek kadın arasında bugüne kadar bir ayırım mı vardı? Onu da kanunu çıkaranlar, bugün savunanlar ve hukukçular anlatsın. Bilakis ayırımcılık, eşitsizlik ve adaletsizlik 6284 no’lu kanunla revaç bulmuştur.

Böylece açılan yol kadın ve erkeği birbirine düşman hâline getirmektedir. Bu kanun şiddeti bitirmeye değil çığ gibi arttırmaya yöneliktir. Zira hukukla değil sadece bir beyanla kadın karşısında erkeği suçlu ilan edip ötekileştirmenin mantığını izah edebilecek bir Allah’ın kulu var mıdır?

Ayrıca yine bu sözleşme sayesinde kadını boşanmaya ve aileyi bitirmeye yöneltecek adımlar da atılmıştır. Nitekim boşanma hâlinde tazminat ve ömür boyu nafaka vaadi, kadınları bu tehlikeli maceraya sürüklemektedir. Kanun çıktıktan sonra yapılan araştırmalar, 6284 no’lu kanunu kullanarak binlerce kadının, eşi tarafından fiziksel hiçbir şiddete maruz kalmadığı hâlde kocalarını polis zoruyla evden attırdığını ortaya koymuştur. Zira böyle yüz kızartıcı bir hakarete veya iftiraya maruz kalan kocaları, -genelde karısı sonradan pişman dahi olsa- eve dönmeyip boşanma yolunu seçmektedir. Aktörler ise emellerine ulaşmış olmaktadır. Zira artık aile öldürücü darbeyi yemiş veya dağılmış, çocuklar ise perişan olmuştur.

Hâlbuki şiddet erkeğe, kadına, geline, kaynanaya, torun veya dedeye özgü bir şey değildir. Şiddeti kim işlerse suçlu odur. Bir tarafın beyanını esas alıp diğerini hiç dinlemeden suçlu kabul etmek hangi hukuk kuralında vardır! Bir ülkenin kanunları, vatandaşlarını kadın-erkek ayırımı yapmadan korumak zorundadır. Şayet kanunlarda bir eksiklik varsa o giderilir.

Netice itibarıyla bu sözleşme metni Avrupa Konseyi’nin nesilleri mahvetmeye yönelik bir diktesidir. Bize ne şekilde ve kimlerin dayatması ile kabul ettirilmiş olduğu hâlen bir muammadır.

Dinimize, örfümüze ve aile yapımıza tamamıyla terstir. Dini temelinden sarsmakta, nasihati öldürmektedir. Zira kadının, kocasından rahatsızlık duyacağı veya işine gelmediği her söz ve beyan, şiddet tarifinin içinde yer alabilmektedir. Keza aynı durum adamın oğlu veya kızı için de geçerlidir…

Bu arada iyi incelenirse İstanbul sözleşmesi, temelde erkeği hedef almakta ise de kadını da korumasız, güçsüz kılmakta ve zayıflatmaktadır. Birlikte yaşamayı öldürmekte kişiyi yalnızlaştırmaktadır. Çocukları babasız yaşamaya mahkûm kılmaktadır. Kadınlarımızın bu oyuna gelmemesi ve anlaşmaya en fazla onların karşı durması gerekmektedir.

Tehlikenin daha farkına varamayanlar son beş yılda yapılan istatistiklerde çığ gibi artan boşanma oranlarını, yuvaları dağılan aileleri, iftira ile evinden sokağa atılan babaları, işini kaybedenleri görsünler ve varsa tanıdıkları hukukçulara sorsunlar.

Gelecek beş yılda ise bin yıldır Müslümanlıkla yoğrulan milletimin yurdunda Toplumsal Cinsiyet Eşitliği neticesinde başlayacak erkek erkeğe ve kadın kadına belediye nikâhlı evliliklere hazır olsunlar.

İşte bütün bunların kaynağı İstanbul Sözleşmesi’dir.

Hâlâ anlayamayan, safdillere İngilizce mi Fransızca mı yoksa Arapça ile mi anlatalım! Yoksa “biz böyle bir sözleşmeden rahatsız değiliz” mi dediniz, duyamadım!

TEFEKKÜR

Sözlerim fehmin kadardır kıl nigâh

Hasretim fehm-i sahiha âh ah

Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil

01.11.2019

Türkiye Gazetesi

 

 

Yazar