Hepinizi özledim diyerek başlıyorum, çünkü hepinizi çok özledim.
Bayramınız kutlu olsun!
Bayram seyran, alış veriş, gidiş geliş, bayramlaşmalar, küçük bir grip derken bu yıl İstanbul bahçelerindeki güz çiçeklerine bile sevinemedim. Ardino’da Memleketimdeydim.
Bayramın ikinci günü hava çök güzeldi, güneşli, mevsime göre sıcak, okşayan rüzgârı ferahlatıcıydı, bu yüzden değinmeden geçemiyorum. Çok etkilendim.
Bizim oralarda güz çiçeklerine gark olmaz. İlk yağmurlarla yeşeren yamaçlarda çiçek kökleri uyanmaz, bahar toprakta beklenir. Öyle olmasına rağmen, güzlerimiz yavan değildir. Yaratan, güz mevsimini insanların gönlünü doldurmak ve nefsini okşamak için yaratmıştır.
Hâkim olan sarı rengin bin bir renk ayrımı her gün biraz daha koyulaşır, sertleşen havayla mücadeleye dayanamayıp geldiği yeşili tamamen unutur.
Dalından kopan yaprakların oynaşarak düşüşünü dikkatle izlediğiniz oldu mu?
Bir an yaprağın boşta kalışı, rüzgâra esir olup uçup gitmezse hafifçe titreşimi, takla atıp pike yapması yerde bekleyen birine tüm hüner ve güzelliğini gösterip kendini sevdirme cilvesine benzemez mi?
Gökten yere uçarak inme, yaşayan dünyadan kopup cansız bir dünya arama, küçük bir an harikası değil mi?
Ardından bir yağmur bir yağmur, yeşil çimen üstünde sarı nakışlı bir halı, yapraklarla inen ve gölcüklerde toplanan, küçürek bentçikleri dalga dalga aşan, akıntıya katılıp uzarken seçtiği yapracıkları da sırtına alan mübarek su çır çıplak bir öksüz gibi ardında bıraktığı ağaçların gözyaşıdır desem, sizce de kabul görür değil mi! ; İte bu devranla dönen bu hayat felsefesinin içinde yaşamaya çalışıyoruz.
Doğrunun doğrusunu isterseniz, kurban bayramını pek sevmem. Kutsal da olsa, ucunda hayattan kopuş var, o yüzden olabilir! Hiç bir şeyin ansızın olmasını istemeyenlerdenim. Kurban en keskin bıçakla ve en acısız sızısız kesilse bile, özünde ölüm denen yeni bir başlangıç olduğu için, gönlümde taht kuramadı.
Yaratan adına kurban etmek bizden önce de varmış.
Örneğin Şaman kültüründe kurban, bir koçun boynuna bir kırmızı kurdele bağlayıp çayırın en sulak yerine ya da bir berrak ırmak kenarına, önceden bildiği otlaklara salıverme şeklinde olurmuş, yani can almadan, yani yaşamaya devam…
Bu şekil kurban adama anında hayvan özel sahipli mülkiyetten serbest yani sahipsiz yani özgür mülkiyete dâhil edilir. Milyonlarca koyun, keçi, dana, manda ve devenin aynı anda kurban edilmesi büyük bir irade birliğinin ifadesi kuşkusuz, ne ki, bunu şahsen benim kabul etmem biraz zor değil, aklım almıyor.
Bana öyle geliyor ki, sanki insanoğlu milyonlarca kurbanı birden kesip yaratandan kendisi için bir az daha geniş yaşam alanı talep ediyor. Tabii işin içindeki adamıyla birlikte, özünde yardımlaşma, uzanamayanı ve olmayanı da nafakalandırma, beraberlik ve barışma, uzlaşarak yaşamayı yaşatmak olduğundan, kurban bayramının günümüz boyutlarında genel adalet, dünyada barış çağrılarında büyük emelleri de haklı buluyorum.
Yoldayım. Bir Türk şirketi tarafından inşa edilen ve Kırcaali iline demokrasi döneminde yapılan en büyük Türk yatırımın harika bir eseri olan asfalt güzeli üzerinde uçar gibiyim. Bayramın ikinci gününde Makaz yolunda tur atıyorum. Bu yol insanlarımızı hafta sonlarında Ege sahillerine akıtacak en kısa yoldur.
Gaza basıp sürat yaparken Güney Doğu Rodop Dağları’nın güz renklerini giymiş doğal güzelliğini etkileyici ve büyüleyici buldum. Yol kenarında, yarı çıplak ağaçların altında, dere içlerinde birbirine benzeyen kısa boynuzlu koyu kestane renkte inek ve danalar geziyor. Kafasını kaldırıp yeni yoldan geçen araçlara selam olarak “muuuu” demeye üşenen bu sığırlar, başıboş, çobansız dolaşıyor.
Doğrusu kurban bayramı onları pek ilgilendirmiyor, çünkü bizde ineği danayı kurban etmek pek adetten değildir. Sahiplerinin çobana verecek para olmadığının farkında olan bu hayvanlar, gıda bulma sorununu kendileri çözerken, yemliklerde taş tuzu bulduklarında mutlular.
Avrupa Birliği bize bölgede sığır bakımı için teşvik vermeye yanaşmıyor.
Çoban paralarını Yunan alıyor. Komşuya teşvikler daha yılbaşında ödeniyor.
Bu, taa Ortak Pazar zamanından beri böyle gelmiş böyle gidiyor. Bulgar Yunan sınırı kalktıktan buyana Brüksel’in parasını tavernalarda harcarken sirtaki oynayan Rum çobanların başıboş danaları bizim örülere uzanıyor. Renkleri koyu kırmızı ve boynuzları sivri olan bu inek ve düveleri uzaktan seçmek kolay oluyor. Sınırın tel çitleri söküldüğünden beri kuyruk sallayarak çekinmeden geliyorlar. Hayvan bu, sen ben, Yunan Bulgar tanımıyor. Yiyecek ve temiz su arıyor. Yabancı sığırlar bizimkilerden yürekli, aradığını bulamayınca bahçelere giriyor, çit kakıyor, sap ve ot yığınlarına yanaşıyor. Sınır çizgisine aldırmayan iri baş hayvanlar özgürce gezip tozmaya devam ederken, gün gelir şu sınırları kaldıran kahpe dünyada hayvanlar insanlardan daha özgür olur diye aklımın ucundan bile geçmemişti.
Totalitarizm döneminde, arabamla yaklaştığım şu Yunanla sınır boyu baştanbaşa, uçtan uca mayın döşenmişti, buralarda kuş uçamazdı. Şu tepeler Varşova Paktı ile NATO’nun yüzleştiği yerlerdi. Kuş uçmazdı, uçturmazlardı. Mayına basar diye eşek, katır, inek başıboş örüye salınmazdı.
Ormanlarda dala uzanır diye keçiye bakmak yasaktı. Bu köylerde, sevilen sanatçımız Pakize Hasanova’nın büyük bir yanıklıkla seslendirdiği ve herkesçe çok sevilen “Aman Ormancı” türküsü pek söylenmezdi, çünkü ağaçlık bölgeler mayınlıydı, oralara giden hep salla dönerdi, hayvanlar da mayından telef olurdu. Bitmez çilede orman korkusu vardı. Ormancı olmayı da kimse istemezdi. Halkın bilincine “ateşle oynayan ateşten gider” iyice yerleşmişti. Geçimleri bir tek tütüncülüğe dayanan bu insanların ahırları boş, avluları boş, sayalarda yalnız koyun kuzu vardı. Yine bu nedenle olmalı ki, bizim buralarda kurbanda inek, dana, keçi, teke kesmek adetten değildir. Kurban kazanında yalnız toklu, koyun ve koç eti kaynar. Kolunu koparana kadar kurban pazarlığı etmek de adetten değildir, çünkü insanlar kurbanı kendi malından keserlerdi. Yola yakın evlerin avlularında tuzlanıp gerilmiş ve ağaç dallarına asılı kurban derileri, her şeyin alışıla geldiği gibi devam ettiğini gösteriyor.
Bayram günü, kurban kesilirken kız çocukları uzakta tutulurdu. Cami avlusuna serilen sofralara götürülmezdi. Kızlar anne ve nineleriyle birlikte evde kalır, kurban payını evde beklerdi. O törenli günde, bin bir telaş içinde ninem fırsat ve zaman bulur bir ara beni koynuna alır, kınalı elini öptüğümde, o da benim alnımı saçımı öper, dizine oturtur, eliyle beliklerimi sıvazlardı. Odada kimsenin kalmadığı bir anda koynunda bir yerde sakladığı sıkı düğümlü ve birbirine şeritle bağlı irili ufaklı altın dizisini çıkarır, boynuma takardı. Yeleğinin yan cebinden çıkardığı bir avuç şekeri ellerime sıkıştırırken, şimdilik al, bunları ye, büyünce bunlar da senin olacak derken diziyi gösterirdi. Sonra takıları avucuna toplar ve kimsenin bulamayacağı bir yere yine kimsecikler görmeden sıkıştırırdı. Bayram günü okul tatil olmasa da, biz okula gitmez, belki de artık bir hatıra olan bu güzel anları yaşamak üzere, en cici elbiselerimizle evde kalırdık.
Yolun sağında solunda bayırlara serpilmiş köylerin bacaları tütüyor. Bu köylerde yaşayan Bulgar yok. Bir de köy kenarlarında karaçalı dikeniyle sarılmış mezarlıklar, soy anıtlarımız, varlığımızın sembolleri ayakta duruyor. Mezar taşlarından ay yıldızlar yontulmuş, yonga izleri yara gibi savmıyor. Biz kabirlerimizi kıble yönünden, taşın boyundan, üzerindeki yosundan, defin sırasından tanırız. Bizim cennetimiz ve cehennemimiz, şu görünen yan yatmış kabir taşlarının dinmeyen yarası, hem altı, hem de üstüdür. Dün mezarlıkta Fatiha okunmuş. Bugün her yer ferah.
Son yıllarda geçim derdinden uzaklara gidenler oldu, artık toprağımızın sıcağına dönüyorlar. Hele şu Türkiye Diyanet İşlerinin bayram tatillerini bir hafta tutması insanlarımızı kavuşturuyor, herkes özlem gideriyor. Kurbanı doğduğun büyüdüğün yerde kesmek bir başka sevaptır, buna gönülden katılıyorum. Birlikte yenen kurban etinin lezzetleri de bir başkadır, bu da kabulümdür.
Elbasan köprüsünü de geçip olaylı tarihiyle bilinen Makaz’a yaklaştığımda 1942’de eski yoldaki tünelde Alman istila güçlerine Yunan partizanları tarafından kurulan tuzak ve çarpışma aklıma geldi.
Buralar “Makaz Tüneli” adıyla bilinir. Büyük savaşta Bulgar Ordusu’nu peşine takıp Yunan adalarına çıkmak hevesiyle gelip Koşukavak ve Mestanlı kasabalarımıza yerleşen Alman askerler İskeçe’ye kısa yoldan nasıl çıkılır planlarını çizerken Makaz’dan geçmeyi seçip büyük hazırlıklar yapmışlar. Savaş yıllarında bu bayırlarda kol gezen ve Almanların sefer hazırlıklarını takip ederken tünelden geçeceklerini öğrenen Yunan partizanları etraf köylerde ne kadar eşek varsa toplayıp boyunlarında birer fener tünele doldurmuşlar. Tünelde düşman var imajı yaratmak içinse Rumca şarkı söyleyen teyp kayıtları kullanmışlar. Fırsat bu fırsat deyip partizanları yok ederek kendilerine Ege yolu açmak için gece tünele giren Alman askerleri hem girişten hem de çıkıştan Makaza alınmış ve iyice sıkıştırılmış, düşman askerleri bire birde kıyılmış.
Tünel MAKAZ adını bu olaydan almıştır. Öküz ve at araları bir hafta on gün Mestanlı tren garına ceset taşınmıştır. Almanlar bu toprakları vatan bellemediğinden, kayıplarını bizim buralarda bırakmamıştır.
İstanbul’a geldikçe hatırımı sayan bir arkadaşımla bayramlaşmak üzere yol kenarındaki Tokaçka köyüne uğradım. Kurban kazanlarının kaynadığı ocak yerinde taşlar isli, isiler tütmüyor ama ocaktan alınmamış. Köyün gözbebeği yenilenmiş okul güzelliğiyle dikkati çekiyor. Birkaç yıl önce Türkiye şirketlerinden ER PA, yerlilerimizden başmühendis Ramazan Öztürk yönetiminden okul binasını baştan aşağı yenilemiş, sıva yeni, boya yeni, cam yeni pencere kapı yeni, döşeme yeni, su ve ısı tesisatı yeni çocukların okuma hevesi de bir o kadar artmış, daha büyük ve azimli olmuş. Bu işe Ankara’dan TİKA yardım programıyla el atılmış, umarız yakın gelecekte bu eski devlet sınırı köylerinde onarım bekleyen diğer okul, medrese ve camilere de yardım eli uzatılır.
Yine bir Türk şirketinin yaptığı ve aslında tabiat olarak bir bütün olan Ege ve Doğu Rodop bölgesini her bakımdan kaynaştıracak olan okuma evlerine, anaokullarına, kültür ocaklarına, üretim işliklerine, atölyelere yeni Pazar ve fuar alanları açılmasına yeniden el atılmasıyla yaşamın kökten değişmesine inanıyoruz.
Arkadaşım Hörrü, beni bayram sıcaklığıyla kucakladı, evine davet etti ve “sen uzun kalmaz kaçarsın, bir kahvemi iç te, sana İstanbul’da sözünü ettiğim, köy tereyağı ve kırmızıbiber terbiyeli pirinçli tavuk ciğeri çorbamı tattırayım” dedi.
Şimdi kurban, tavuk da nereden çıktı, diyecek olsam da, cevabı dilinin altındaydı.
“Bu sene bizim kurban biraz yağlıca, sana ağır gelir, sen buraları unutalı yıllar oldu, ben sana yumurtaya çıkmamış bir piliç besledim, karışma”, diyerek sözümü kesti.
Çorbayı, hal hatır ederken, önceden hazırlamıştı ki, hemen dayadı, olabilir ya, haberimi alan komşu gelinlerin baskınından önce eline tez hareket ediyordu.
Tam çorbayı tadacağım derken, komşu gelin Ayşe geldi, “Maa geldin mi, geleceğini işittim de, pek inanamamıştım, hoş geldin”, diyerek kendi ellerinle açtığı köy peynirli su böreğini sofranın ortasına yerleştirirken, şöyle kadın kadına bir sarmaştık, öpüştük. İnsanımızın kokusu bir başka, belki de başka hiç kimsede olmayan içtenliğimiz var, gönül gönülle kaynaşma saniyelik bir iş, senli benli iç içe olmaları da saliselik bir hamle. Ne güzel değil mi!
Çorbanın bu derece nefis kıvamlısını başka bir sofrada yemedim desem yalan olmaz ama söze başka kapıdan girdim: Ben anamdan doğduğumda hiçbir yemeğin tadını bilmediğimden ve o zaman bu zaman senin çorbana benzeyeni de başka bir ortamda içmediğimden yani bu ilk olduğundan değil, hakikatten, eline sağlık, üstüne yok, geldiğime değidi, dedim.
Çok sevindi, kavurmalı yumurta falan diyecek oldu, el işaretimle derdimi anlattım, fakat su böreğinden birkaç dilimin bir plastik kutuya yolluk olarak konmasına itiraz edemedim
Köyden ayrılırken sökülüp bir yere toplanmış beton sınır kazıkları ve dolanarak yumak haline getirilmiş dikenli teller dikkatimi çekti. Doğu ve Batı dünyasını birbirinden ayıran bu çitte gece gündüz elektrik akımı vardı. Yanan canlar bir değil beş değil. Sosyalizmden batı demokrasisine kaçmayı deneyen134 Doğu Almanyalı genç bu tellere yapıştığı an can vermişti. Tele konan kuş yanar, altından sürünmeye çalışan tavşanlar yerinde kalırdı. Özgürlük özlemini öldüren sınır burasıydı. Geçebilen kurtuluyor kalan yanıyordu. Beton kazıklı yüksek çitin telleri hem dikenli, hem de elektrikliydi. Bu acımasız çit totalitarizmden kaçmak isteyen birçok Bulgaristan Türkünün de yolunu kesti.
Şair Adalı bunlardan biriydi. Tutuklanınca 26 yılı sürgün ve hapiste geçti. O, “Vatanın kıyısı köşesi merkezi, güzel ve kötü yeri olmaz, Vatan Vatandır,” derdi. Bu bakımdan şairin sevgilisine yazdığı bir mektupta “senin badem gözlerini, kalem kaşlarını özlediğim kadar, yol boyundaki sarıdikenleri de özledim,” deyişi çok manidardır. Buralarda sezilen bir başka özellik ise, bu toprakları avucunda tutan, işleyen, teriyle sulayan insanlarımızın büyük bir Vatan sıcaklığı, Vatan sevgisi yaşatmasıdır.
Sınırdan dönerken birinci köprü Elbasan ırmağı şırıl şırıl berrak sularıyla geçmişi denize taşıyor. Sular insanlar gibi, dalından kopup yere düşen yaprak gibi bir de fa çıktı mı kaynağından geri dönmüyor, hep yolcu hep yolcu…
Hiçbir arıtma tesisine gerek duymadan içilen bu ırmak suyunun aktığı vaadinin sağ yakasında GUDUZ KÖY adında bir mahalle bardır ve evlerinin birinde Bulgaristan Türklüğünü, bu toprakların güzelliğini, sularının bereketini anlatan büyük şairlerimizden Ömer Osman (Erendoruk) dünyaya gelmiştir. Ömrünün daha büyük kısmını Elbasan’ın sağ ve sol yaka köy okullarında Türk dili ve edebiyatı öğretmenliği yaparak geçiren ve yeni kuşak bölge insanının yerel ağızdan İstanbul ahengine geçmesinde çok büyük uğraşısı olan bu felsefe düşünceli aydınımız birkaç yıl önce Türkiye’de hayata gözlerini yumdu. Bundan 2 ay önce hemşerileri Koşu kavak’ta Ömer Osman anma gecesi düzenlediler. Yazarın özgün yaratıcılığını büyük bir törenle andılar. Sevenlerin önünde yine Elbasan boylarında yetişen yazarlarımızdan Mehmet Türker konuştu, Yaratıcıdan seçme şiirler okundu. Ömer Osman’ın romanlarının birinde yarattığı imam siması anımsamaya değerdir. Bu yapıtta imam, asla müzevirlik yapamaması, kimseyi ihbar edememesi için evladının parmaklarını keser. Onun yarattığı simalar totaliter rejimle mücadelede Bulgaristan Türklerinin ruhsal derinliğini gösteren bir ayna gibidir. Yazarın ömrünün büyük bir kısmı sürgünde geçmiştir. Sular akarken hatıraları götürmüyor, anılar yaşayanlarla yaşamak için hayatta kalıyor.
Bayram buruk geçmedi. “Kapat gözlerini kimse görmesin, görünce nazar deymesin!” sözleri bu günlerimizi kazasız belasız yaşatabilmemiz için söylenmiştir. Nice bayramlara.