İçeri girdiğimde keksin bir tütün kokusu genizlerimi yaktı, Ahmet amcam gelmiş…
-Dedem sülalenin büyüklerindendi ve bugün bile sebebini bilmediğim sancılı baş ağrıları çekerdi, öyle zamanlar gelirdi ki günlerce yataktan çıkamazdı…
Bundan dolayı amcamlar, arkadaşları, sık sık ziyaretine gelirlerdi.
Gelenlerden en çok naburu olan OF Mahmut’u ve Ahmet amcamı severdim. Dehşet sohbetleri vardı. Özellikle Ahmet amcamın geldiği zamanlar, sığışırdım sobanın arkasına, yayılırdım postuya oradan da keyifle onları izler ve dinlerdim.-
Odaya girdiğimde kapıyı biraz aralık bıraktım içeriye temiz hava girsin diye.
Evimiz bahçe içinde taş temel üzerine oturtturulmuş yarım metrelik duvarlarla, altında serin mahzeni olan müstakil bir evdi.
Bu odayı sonradan ekleme yapmışlar eve. Benim daha bu dünyada olmadığım zamanlarda.
Odanın iki ayrı girişi vardı:
Alt taraftaki giriş, evin avlusuna dış kapısına açılır.
Üst tarafta kalan giriş ise evin diğer girişlerinin de olduğu merdivenlere, evin önündeki bahçeye açılırdı.
Yaz günü kapılar sürekli açılıp kapandığı için evi sinek istilasından korumak adına, babaannem, kapı önlerine beyaz tül perdeler asardı.
Odanın içinde pencerelerin önüne L şeklinde konulmuş patiskadan işlemeli pat etekleriyle iki kravatımız vardı.
Geçen sene kışın çok soğuk alıyor diye sabah güneşi alan camı babamlar ördüler, duvara dönüştürdüler, odamız tek pencereli kaldı.
Nur içinde yatsın rahmetli babaannem tek kalan penceremizin önünden yağ tenekesi içindeki sardunyalarını hiç eksik etmezdi.
Pencerenin olduğu duvarın köşesine masanın üstüne televizyonu koymuşlardı, ablamın doğdu sene alınmış, büyük bir zenginlikti o dönem için üstelik renkliydi, yanında da eşantiyon gibi voltajı ayarlayan stabilizator olmazsa olmazlardandı.
Şimdi elimde dedem ve Ahmet amcamlı zamanlardan kalan bir fotoğraf var.
Yıllarca bu fotoğrafa bakamama rağmen ilk defa bir şey dikkatimi çekti.
***Televizyonun üstünde duran bardaktan vazoya konulmuş çiçekler…
Babaannem çiçekleri severmiş, bugün alıyorum ki yol kenarlarından, belediye bahçelerinden koparıp illa ki bardaktan vazoya koyduğum çiçekler babaannemden kalma bir alışkanlıkmış.
O dönemler gün boyu televizyon yayını yoktu Türkiye’den haberler kaçırılmasın diye her zaman televizyon masasının altına BBC kanalına ayarlı Radyosu vardı dedemin, yanında da babaannemden kaçırılan bira rezervleri bulunurdu.
Televizyon masasının yanında, duvarda iki fayansı eksik, altında iki kapılı dolabı ile çeşme kondurmuşlardı odanın içine.
Odanın zemini muşamba üzeri kilim ile kaplıydı.
Kravatların önlerine yünden doldurulmuş minderler sererdi babaannem yumuşacık üzerlerine oturulsun diye.
Yaz ve kış ortadan hiç kaldırılmayan üstteki girişe yakın, odanın ortasında olmasa da duvardan uzak duran peçkanın arkasına… duvarla kalan o araya, babaannem kilimin üzerine kurbandan kalan postuyu sererdi bize.
Orası keyifli bir alandı benim için. Odanın en geniş açısına sahipti, üstelik peçkanın arkasında kaldığım için varlığım da pek belli olmazdı…
Benim kuytu köşemdi.
**
Babaannem yoktu ortada, odanın içine bir iki dolandım, baktım dedem, çeşme altındaki dolaptan kahve tablasını çıkartmaya çalışıyor, bu demektir ki Ahmet amcam geleli çok olmamış.
Ablam da ortada görünmüyordu ben yaklaşık dokuz yaş civarıyım o sene, uzun yaz günlerinden birini yaşıyorduk. Biraz can sıkıntısından da olsa gerek usulca kuytu köşemdeki makamına yayıldım serin serin.
Dedemler, hararetli bir konunun içindeydiler:
Amcam, BBC den dinlemiş Turgut Özal, Ronald Reagan ile görüşmüş. Geçen senelerde Türk isimlerimizi, baş harflerine göre Bulgar isimleri ile değiştirmişlerdi. Haklarımızın savunması için Turgut Özal’ın ağızından çıkan her lafı pür dikkat dinlerlerdi.
Ahmet amcam her zaman olduğu gibi, delikanlı gibi bağdaşını kurarak oturmuş, ağızının kenarında yarıya kadar kül olmuş cıgarası ile bir taraftan konu ile ilgili konuşmaya devam ederken diğer taraftan çıkarmış tütün tablasını yeni cıgarasını sarmaya çalışıyor.
Dedem dizlerinin üstüne oturmuş hem onu dinliyor hem de bir yandan bakır değirmende içecekleri kahveyi öğütmeye çalışıyor.
Kahve onlar için vazgeçilmezdi. Kültürümüzde önemli bir yeri vardı. Kahve yapmanın manası, İçmenin adabı vardı. Öyle her fincandan da kahve içilmezdi. Kulpsuz olacaktı o fincan.
Sadece ailenin ileri gelen büyüklerine ikram edilirdi kulpsuz fincanda acı kahve, yanında rahat lokumu ile.
Asla çocuklara, bizlere içirmezlerdi.
Üstelik kara kız olursunuz diye de korkuturlardı bizi… Korkudan zaten içemezdik. Ama merak da ederdim. Kara kız olmaktan korkmama rağmen, bazen dedemin fincanında kalan telveyi parmaklarımla sıyırırdım kimse görmeden.
Sonradan yetişkin olunca anladım ki o dönemler kahvenin az bulunduğu dönemlermiş. Çoğunlukla fakir tiryakilerin kahvesi olan soyayı kavurup kahvesini içerlermiş.
Ama Türkiye’den gelen bir kese kahve, bir kutu kesme şeker ya da lokum onlar için Anayurt’tan gelen paha biçilmez bir hediye idi.
Kahve içmek adeta bir kültür ritüeliydi onlar için.
Dedemin anlattığı hikâyelerden hatırladığım kadarıyla kahve fincanının kulpsuz olmasının bir sebebi vardı ve bu diğer Balkan Müslümanlarından olan Boşnaklardan geliyordu.
Bir zamanlar kulpsuz fincanlar yokmuş bildiğimiz klasik tutmaçlı fincanlardan kahve içilirmiş.
Sırplar ve Boşnaklar dillere destan Saraybosna’daki Baş Çarşı’da beraber kahvelerini yudumlarken Sırplardan bir tanesinin aklına gelen hinlik günümüze kadar uzanan bir geleneği ve trajediyi ortaya çıkarmış.
Güya her kahve içişlerinde Boşnaklar istavroz işaretini yaparlarmış.
Kahve fincanının kulpu, başparmak, işaret parmağı ve orta parmakla tutulduğunda istavroz şeklini alırmış. Aynı zamanda Sırpların dini kökenli zafer işareti olan üç parmak (Çetnik) selamını verdikleri görüşünü ortaya atmış.
İşin aslı öyle olmasa da buna içerleyen Boşnaklar, fincanlarını kulpsuz üretmeye başlamışlar.
Kulpsuz fincandan kahve içerken sadece başparmak ve işaret parmağınızla yaldızlı fincanı tutarsınız, diğer parmaklarınızı kullanmazsınız. Kahvenin bitiminde ise fincanın dibinde bir yıldız karşınıza çıkar.
O günden sonra başparmak ve işaret parmağıyla tutulan kulpsuz fincandan kahve içmek, Boşnaklar ve Balkan Türkleri arasında hızla yayılmış.
Ne yazık ki savaş dönemlerinde Sırplar tarafından esir alınan Boşnaklara zorla Çetnik selamlaması yaptırabilmek için yüzük parmağı ile küçük parmakları kesilmiş.
Peçkanın arkasında postunun üzerinde yatarken dedemden dinlediğim böyle de acı bir hikâyesi vardır kulpsuz fincanın… Direnişi simgeleyen.
Kahve acıdır lakin sohbetin tatlanması için yanına “Boğazdan kolayca geçen” anlamına gelen halis gül suyu ile yapılmış rahatluk ya da günümüz tabiri ile rahat lokumu ile ikram edilir.
Rahat lokumu denmesinin sebebi 18 yüzyılda dönemin Osmanlı padişahlarından olan Abdülhamit boğazını yıpratan sert şekerlemelerden mustariptir. Etrafa yumuşak şekerleme yapılması yönünde buyruk salmıştır.
Tadım için getirilen örneklerden en çok Ali Muhiddin Hacı Bekir’in lokma küçüklüğündeki şekerlemesini beğenmiştir.
Hacı Bekir’in küçük tatlı lokması, leziz ve yumuşak gelmiştir padişaha, boğazını rahatlatmıştır. Böylelikle “Boğazdan kolayca geçen” anlamına gelen Rahatluk ile , tatlı, güzel ve yumuşak şeylerin tarifi için kullanılan lokum, yan yana getirilmiştir.
Peçkanın arkasında daha evvel dedemlerden dinlediğim kahvenin bu hikâyelerine dalmışken Ahmet amcamın kahkahasına dikkatim çevrildi.
Dedem kahve tablasını önüne almış yeni kahve pişirme hazırlığındaydı.
Ahmet amcam dudağından hiç düşürmediği yarısına kadar kül olan yanık cıgarasını tutmaya çalışırken “Ey baa ne çok mabbet ettik sıtmaç gelir şimdi. Adi yap şu güle güle kavesini de gidecem.”
Kahve içmenin adabı olduğu gibi, kahve yapmanın manası da vardı.
Normal şartlarda gelen misafire üç fincan kahve pişirilirdi bizde.
İlkin hoş geldin kahvesi yapılırdı, biraz köpüğünden noksan aceleyle pişirilirdi. Sohbet derinleşince muhabbet koyulaşınca şöyle köpüğü bol kallavi bir kahve yapılırdı. Üçüncü kahve için ise misafirin gözüne bakılırdı bir işaret beklenirdi, güle güle kahvesi olduğu için ayıptı habersiz üçüncü kahveyi pişirmek.
Ahmet amcam gülerek üçüncü kahvenin onayını vermişti dedeme.
Kulağıma çalınan kuzuların çıngırak sesleri, gelmekte olan çobanın habercisiydi.
Eyvah!!!
Koşarak Dörtyol ağzına çıktım çobanı karşılamaya, gün batmak üzereydi ve ben kızılın her tonuyla boyanan gün batımını kaçırmıştım.