Filiz SOYTÜRK

Konu: Dili yaşaran şiirdir.

Güzel bir şiirin dünya ya da bugün yazılmış olması önemli değildir.

Şiir ebedidir. Vaziyet güncel ya da tarihsel olabilir. Şiir üzerine zamanın etkisi belirleyici olan değildir. “Belene” Ölüm Kampını şiirleştirmek bugün de olanaklıdır. Türkiye’ye 26 yıl önce göçsek de, şiirimizde tütünü bugün de koklayabilir, ellerimize katran kınasını bugün de yakabiliriz. Nazım’ın “kurşun gibi ağır” dediği hayat, bugün de aynıdır. Ya da Naim Bakov Tuna kıyısından her sabah hepimize selam kardeşlerim derken, o hem tarihte hem de bugünümüzdedir.

Unutmayalım. Biz dünya bakışımızı, şiir anlayışımızı Doğu’dan, Fars’tan, İran’da almışız. Azeri melodilerin şiirselliği bu nedenle hemen yer açar kalbimizde, yer alır gönlümüzde. Hafiz’dır “Zamanın aynası Ay’dır” deyen ve bu sözlerin zaman geçmişi, aşımı ve geleceği şiirde yoktur, o sonsuzluğun ta kendisidir çünkü…

Biz Bulgaristan’dan gelirken çıkımızda kitap getirmedik. Dilimizi dilimizin altında getirdik. Şiirimizi de türkü ve manilerimizde… Aydınlığı kendilerinden aldığımız İranlılar bizden farklıdır. Her İranlı’nın evinde bulunması gereken 4 kitap vardır:  “Kur’an”, Hafız’ın Divan’ı, Sadi’nin Bostan ve Gülistan’ı ve Firdevs’in Şehnamesi.” Fars dilindeki 80 bin kelime bu eserlerin ve dünya görüşünün temellerini ve yapısını oluşturur. Bu eserlerden her biri şiirsel bir ırmaktır.

Şiiri hayata çağıran, dilin korunup geliştirilmesi zorunluluğudur. Bir dilin kaybolması en büyük servetin kaybolmasından daha kötü olandır.  Yeniyi yaratan dildir. Günümüz insanlarını “ağzımdan laf kaçırırım” korkusu sarmıştır. İnsanlar TV programları seyrediyor, radyo sesliyor, gazete kitap okuyor, esemezleşiyorlar ama konuşmaktan sanki korkuyorlar. Bu korku “Ağzı çok konuşuyor” ithamını yaratmış. “Ne çektimse, dilimden çektim” gibi bir hayat gerçekliğimizi yansıtırken, Türkçemizi dudaklarımızın ardına kilitlemiştir. Dünyada başka hakların yaşamadığı anadil yasağı yaşamış bir halk topluluğuyuz biz. Tüm baskılara ve teröre rağmen bizim şairlerimiz her zaman halkımızın umudu oldu ve 100 yasaklı yılda 100 ünlü şair ansiklopedisinde dizildi. Dili konuşmayan, yüreği ve gözleriyle anlaşan bir halk varsa o da biziz.

Bizi zaman içinde diğer halklardan ayırt eden yalnız dua etmekle, fısıldamakla, sessizce susup lanetlemekle, kahretmekle, dinlemekle yetinmeyip her zaman kendini sözlü ifade etmekte arayan bir halk olmamızdır. Bu bizim çok değerli bir özelliğimizdir. Şiire döker yüreğini sözleri bizimdir.

Her şeyimiz yasaklanmış olduğu zaman kesiminde, bize “şiir yazmayı bizden öğrenin” demişlerdi. Ne kadar yanlış! Şiir yazmak hayal etmek ve rüya görmektir, insan rüya görmeyi başkasından öğrenebilir mi? Öğrenemez! Umut öldürülebilir mi? Öldürülemez!

Düşleme, sanata açılımımızın ilk perdesidir. Rüya görürken biz bir tiyatrodayız, piyes yazarı, seyirci ve piyesin, şiir kendisi biz kendimiz iz. Bu bakıma bir dilin, bir müziğin bir kültürün yasaklanması, bunu yaşamış olmamıza rağmen,  dün olduğu kadar, bu gün de, çok yaban geliyor. Bu kadar vahşi bir ortama düşmemiz ise,  kader çilesidir.

Bu yazıyı yazmama vesile, Bulgaristan’a son gittiğimde! “Yok, artık Bulgaristan Türklerinden şiir, kalmadı onlar,” dendiğine kulak misafiri olmamdır.  Onlar aramızda ve biz onları göremiyoruz, olabilir mi! İnsanın yaşadığı günü görmesi zordur. Hep geçmişi bildiğimizle övünürüz. Gerçeği eski antolojilerde ararız. Belki bizi 21. yy’da değerlendirecekler. Antolojiyi yapan zamandır. Seçimi de o yapar. Şu karşıki kahvede oturmuş hayal eden ve asrımızın destanını yazan bir genç var. Biz onu görüyoruz, fakat hayallerini okuyamıyoruz. İşte bu yüzden şairler zaman dışında olanlardır. Hayal edilen yalnız gelecek değil, geçmiş de düşlenir. Ve bizim toplum gibi toplumlarda şairlerin başına bela olan yaşadıkları gündür. Çünkü yaşarken en iyi olanı anında yaşamak isteriz. Oysa gençlikten daha güzel olan olgunlaşarak yaşlanmaktır. Huzurlu ve sabırlı olma hali yaşlanırken gelir ve şiire döküldüğünde yaşamın anlamı olur.

İnsan kendini şiirde arar. Cevap hep, “sen kimsen oysun” cevabında gizlidir. Ama insan bir dil ve kültür varlığıdır. Bunu asla unutmamak gerekir. İnsan diliyle yaşar. Şiirde zaman yoktur, fakat zamanı yaşatan dildir.

Bu fikirlerimin Bulgar şiirine dün ve bugün nasıl yansıdığını birlikte arayalım. Rüyalar değişmeden insanlar ve toplum değişmez deyenler haklıdır. Bunu bir de yaratıcılar, yazarlar ve şairler değişmeden toplum değişmez şeklinde söyleyebiliriz. Aradığımız yeniliği yeni şiirlerde bulabiliyorsak ne güzel. Birlikte bakalım.

***

Aşk, sevgi şiir konularının en yakın ve en güzel olanıdır. Her dilin bir güzelliği vardır. 25 Mart 1934’te İstanbul’da dünyaya gelen Bulgar yazar Hristo Fotev bizim o yerlerde o zaman aşkı en iyi dile getiren şair olarak bilinir. Bir gün hayalinde şöyle demiştir:

 

Ne güzelsin!

Allah’ım,

Ne Güzelsin!

Ne güzel ellerin var.

Ayakların da ne güzel!

Gözlerin de güzel.

Saçların da.

 

Bu zamanlardan taşan bir şiirselliktir.

Şimdi zaman içinde zaman dışı olma konusuna mahzunluk açısından ele alalım.

Aynı şair şöyle diyor:

 

Bu boşluk öldürüyor beni.

Her zaman sıcak olan aynı ev!

Alıp başını bir yerlere giden yok.

Gidenlerden de dönen.

Bu boşluk öldürüyor beni.

Her zaman sıcak olan aynı ev!

Şu dünyada şiirleşmeyen tek şey!

***

Eylül ayı sonunda Burgas’da şiir bayramı vardı.

Yeni kuşak Bulgarlar yaratıcıların yeni zamanı nasıl hayal ettiğini anlatabilmek için birkaç şiiri tercüme etme zahmetine katlandım:

 

Violeta Stanıslavova

Deniz yaşantısı unutulmaya karışıyor yavaşça.

Güzellik, sessizce yüzerek ufkunu aşıyor usulca.

Bir ok deliyor kimliğimin özünü delice,

Sözlerin oturdu kaskatı içime.

Kalbime saplanan oku çıkarma sakın,

Ne yapacağımı bilemiyorum kendimle…

***

Krıstü Krıstev

Kara bulut gördüğünde

Yağmura inanma sen.

İkiyüzlüdür bu geliş

Geri gönder, geri.

Akşam gölgelerinde dur sen

Huzur saati ararken

Dinlesene, arıkuşlarından

Gelen şiiri.

Şu Allah köylülüğünün

O kapkara ruhu

Eskiden olduğu gibi şimdi de

Doğuramaz parlak bir şarkı.

***

Eli Tominska

Bir Bakış

 

İki bakış kesişti

Yalnız bir an için,

Ararken etraftakiler birbirini,

Söylemeden tek söz,

Fısıldamadan hatta

Paylaştılar en gizli sırlarını.

İçti birbirini o iki bakış

Ve ayrıldılar üzülerek.

Çünkü göz temasını

Anlamaz kalpten başkası.

 

2.

Gümüşsü su aynasına

Sözler yazıyor yavaşça rüzgâr.

Derin bir yerde gizli

Bendeki aynı sözler.

Rüzgârın ırmağa yazdığını

Söyleyebilmem için sana,

Rüzgârın suya dokunuşundan

Daha nazik dokunmalısın bana…

 

***

Zoya Vasileva

Duracağım bir gün bende gökyüzünün öfkeli kenarına

Döndüğümde sizin yanınıza, olmamış olacağım o kadar uzun zaman aranızda.

Uzaklaşırken sizden seçim yapmadım –

Çağıran bir ses, ağlayan, gülen biri vardı.

Ağladım, sızladım, hiddetlendim, bilemedim nerede olduğumu.

Oysa içimde yuvarlak, nar topu gibi yanan bir sonsuzluk vardı.

Giriyordu rüyama yaşlı sakallı bir eskici,

Uyanıyordu yeni gün karman çorman ve yaşlı.

Ağaçtaki kurt gibiydim – kinci, düşüncesiz, tok ve zavallı.

Ağaç ise – göremiyordu – yaşadım göze batmadan.

Taşlaştı yavaş yavaş cam kalbim.

Bir hafta sonra dönerim edim – korktum.

Döndüm işte! Yeniden doğmuşum, kabul edin beni,

Yaşlılar, tanıyamadınız mı, biz akrandık hani?

Sürüdüm mezarların yanında dizlerimi ve ruhumu  –

İyi akşamlar aksakallılarım. Kabriniz nur olsun!

Kapandı gökyüzü kapısı o an bana

Açtım altın gözlerimi ve ancak kuşlar vardı.

Ölümüne sevinç ve ölümüne nefret etmiştim.

Öğrenmeye çalıştım insanların nasıl insanlar olduğunu

Ve dirildim.

S o n

Yazar