Tarih: 17 Mayıs 2020

Korona virüsü bizde 106 kurban aldı. Genç yaşlı seçmedi. “Benim işime karışmayın!” anlamında olacak en fazla sağlık personelini hırpaladı, hastane kapattı, doktorları yoğun bakıma serdi. Hatta korona virüs bilim komisyonu başkanı olan Prof. Dr. Mutafçiev’i koltuğundan aldı. Bu işlerden daha iyi anlayan başka Profesörlere talimatıyla işler sakinleşti.

Bulgaristan’da da Başbakan Boyko Borisov’un anlattıklarına bakılırsa “bu işte de biz Avrupa birincisiyiz, en az ölü bizde” ama kaç kişi kaldığımızı söylemiyor. “Maske Krizi” yaşandığından söz etmiyor. Zor günlerde ülkede dağıtılan “Ramazan yardım paketlerinden başka” kimseye bir şey veremedik, işsizlik aldı yürüdü, işsiz yardımları veremiyoruz, demiyor.

Slovenya ve Baltık ülkeleri bu işte bizi sollamışlar. Bütün yasakları kaldırmışlar, Moll – AVM’lere varınca hepsini açmışlar.

Dün Bulgaristan’da gönül açıcı bir haber yayıldı. Önümüzdeki hafta sonundan başlayarak, Türkiye’de tedavi görmek isteyenlere “Kapı Kule” sınır kapısı açılıyor. 2 kişi refakatçı da serbest girip çıkabilecekler. Korona virüs belasından arınmamız bir-iki sene sürecekmiş ve en iyi tedavi yöntemleri süper donanımlı Türkiye Cumhuriyeti hastanelerinde ve özellikle yoğun bakım bölümlerinde yapıldığından, vatandaşın gözü Türkiye’ye döndü.

Herkesin azığındaki söz ”Türkiye sınırı açılırsa, korona dayanamaz!” Kapak açan ikinci konu ise, gelecek sene hem meclis olağan seçimleri, hem de Cumhurbaşkanı olağan seçimleri olacak, ne yapalım? Bu öyle bir bela ki bende bitti demekle de bitmiyor, yani tüm dünyada bitmeden bitmeyecek gibi.

Bir defa bizde çoğulculuğun iktidar olması diye bir şey yok.

Birbirinden farklı görüşlere sahip olan insanların – çoğunluk veya azınlık farkı gözetmeden her birinin düşüncelerinin ve temel haklarının önemine değer verilecek bir toplumdan söz etmek istiyorum.  Çünkü herkesin anlayabileceği bir örnekle başlamak istiyorum, süttün taştığı, yoğurdun ekşidiği vs misallerde olduğu gibi şu demokrasiler iyi niyet ürünü olsalar da, diktatörlüklere kolayca dönüşebiliyorlar.

Almanya’da 1918 demokratik devriminde 1933 seçimlerinde yüzyılın diktatörü A. Hitler sandıktan çıkmadı mı?

Rusya’da 1905 demokratik devriminden ve 1917 sosyalist dönüşümünden 15 sene sonra Stalin diktatörlüğü ve terör rejimi sahneye çıkıp ülkeyi kasıp kavurmadı mı?

1919-1923 yılları arasında Bulgaristan’da seçimle iktidar olan Çiftçi-köylü demokratik rejimi kuruldu, 11925 ve 134 asker darbeleriyle yerle bir edilip ezildi, monarşi diktatörlüğü kuruldu, partiler yasaklandı, Çar III. Boris avda tanıştıklarından seçtiğini kulağından tutup meclise mebus yaptı. Rejimin adına “faşist diktatörlük” dendi.

1989’da “Berlin Duvarı’nın yıkılmasından, Doğu ve Güney Doğu Avrupa (Balkanlar) ülkelerinde (bu arada Bulgaristan’da) komünist dikta rejimlerinin devrilmesinden ve en önemlisi Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği (SSCB) dağılmasından bu güne 30 yıl geçti. Yukarıda işaret ettiğim gibi “süttün taşma”, “yoğurdun ekşime” zamanı, yani demokrasiden diktatörlüğe tırmanma devri geldi. Bu diktatörlük 10 yıldan beri Başbakan olan B. Borisov’un bir süre daha hükümet başkanı olmasına bağlı bir gelişme gibi görünüyor.

***

Burada bizim sayın seçmen okurlarımızın dobro dobro anlamaları ve biz siyaset yazarlarının da herkesin anlayabileceği bir şekilde anlatabilmemiz zorunlu olan bir husus var.  Demokrasi ve azınlık hakları:

Demokrasi azınlık haklarının da çoğunluğun hakları kadar gözetilmesi gerekir. Demokrasin bir anlamı da budur. Demokrasi özünden temel ilke olan EŞİTLİK din, dil, ırk, cilt rengi vb bakılmaksızın herkese aynı hakların sağlanması, anayasa ve kanunlara işlenmiş ve güvence altında bulunması anlamına gelir. Biz demokrasinin rafa kaldırılmış olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Bulgaristan’da hem “monarşi faşist diktatörlük” (1934 – 1944) hem de “komünist totaliter diktatörlük” (1932-1989) yaşanmış olsa da, Bulgar halkı kendisi birlik halinde demokrasi mücadelesi vermemiştir. Çünkü Bulgar ırkı hep gölgede kalmış, Müslüman azınlık başta olmak üzere faşizm ve komünizm terör fırınında çatır çatır yanarken, Bulgarlar fırıncılık yapmış, gölge beklemiştir.

Günümüzde 2021’de yapılacak olan seçimlere pencere açılan daha ilk günde akıl tutulması yaşıyoruz. 1972-73’te isimleri değiştirilen, sürgün edilen, içeri atılan ve işkence gören Müslüman Pomakların torunları ve 1984-1989 yılları arasında isimleri ve ibadet hakları ellerinden zorla alındı. Anadillerinde konuşma hakları dahi ellerinden alınan Türklerimiz, son 30 yılda, Rus parasıyla, “Multigrup” dalavere ve dolaplarıyla oluşan BULGAR OLİGARŞİ ELİTİNE dayanak, direk, taşıyıcı sütün olmuş durumdadır.

Demokrasi halkın yönetimidir diyoruz.

Diyoruz da biz seçeceğimiz insanları tanıyor muyuz, onların yetişmesine, eğitimine, öğrenimine katkımız oldu mu? Seçtiklerimizin ya da 2021’de seçeceklerimizin bu günkü Bulgaristan’daki durumu sorgulayabilecek bilinç düzeyinde olup olmadıklarını biliyor muyuz? Daha doğrusu öğrene bilecek miyiz?…

Demokrasi eğitim işidir.

İyi eğitim olmadığı yerde demokrasiden demagoglar çıkar. Demagog yalan söyleyerek halkı (seçmeni) aldatan adamdır.

Siyasi eşitliği sağlanabilmesi için davamızın, sorunlarımızın, fikirlerimizin ve sorunlarımızın sosyalleşmesi (topluma inmesi ve halk tarafından benimsenmesi) zorunludur. Bu da radyoda yüksek sesle konuşarak veya TV ekranından yumruk sallamakla olacak iş değildir. Burada söz konusu olan, toplum ile devletin arasındaki ORTA SİYASİ KATI (KATMANI) OLUŞTURAN SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLERİNİN ödevlerinde gizlidir. Bunlar meslek örgütleri, birlikler, kulüpler olabilir, memleket çapında örgütlenip Federasyonlar kurmalı şarttır. Ve ancak o zaman, devlet elindeki kalın sopayla vatandaşın kafasına, bireye, ailelere ve topluma, azınlık topluluklarına vuramaz. Şimdi ne oldu? Korona virüs salgını, falan filan, 106 ölü, hastaneye düşene bulaşıcıdan, ölen bulaşıcıdan. Her ülkede gripten,, salgından ölümler olur. Her ay Bulgaristan’da da doğumdan fazla ölüm var. Geçen sene 46 bin çocuk doğduysa ve 56 bin kişi dünya değiştirdiyse, günde 150-160 kişinin öldüğü ortaya çıkar. Burada 50 günde 106 kişiden söz ediyoruz. Başarıdır. Tebrik ediyoruz, ama gerçekleri konuşalım, söz konusu olan ülkedeki bunalımlı sosyal ve ekonomik durumun diktatörlüğe basamak yapılmasını kabul edemeyiz.

Durum öyle ters yüz olmuş ki, Bulgaristan azınlık toplulukları arasından en ezilen, en soyulan ve en çaresiz durumda olan kesimin FİNANS OLİGARŞİSİ TEMSİLCİSİ DELYAN PEEVSKİYİ desteklemesine akıl erdiremiyorum. 1989 teröre karşı hakları için ayaklanan ve Sofya Mahkemelerinde görülen zulmün tazminat davaları devam ederken, aynı insanların nasıl bir bilinçle KAPI ÇALAN FAŞİST DİKTATÖRLÜĞÜN PARA BABALARINA oy verdiklerini anlayabilmekte zorlanıyorum ve Türklüğümden utanıyorum.

Konuma devam edeceğim ama son günlerde çok canımı sıkan bir konuyla şimdilik yazımı noktalamak istiyorum.

Daha önce defalarca yazmıştım. Ahmet Doğan benim köydeşimdir. Biz, Varna’ya bağlı, Suvorovo (Kozluva) belediyesinin Halaçlar (Drındar) köyündeniz. Hemşehrimin son dönem ne gibi işlerle uğraştığını anlatayım sizlere. Melese, seçim işleri, sorun Bulgaristan’daki azınlık düşmanlığının yaşatılması, konu zenginlerin daha da keyif sürmesi ezilenlerin ise daha da sömürülmesidir.

***

Bulgaristan Türkleri bugün Bulgar oligarşisini ayakta tutan kolonlar gibi bir işlev görüyor dedim.   Şöyle anlayabilirsiniz. Kalın enseli milletvekili Delyan Peevski “Bulgaristan Türklerinin elinden BULGARTABAC holdingi çalmasaydı, bugün beş parasız gezerdi. Türk ve Pomak oyları olmasa, meclisin kapısından giremezdi.” Bu sözleri “Kapital gazetesinden aldım. Bulgaristan’daki Rus Oligarşisinin kolonları (yükü tutan direkleri) biziz. Yüz karası ama ne yapalım, başa gelen çekilir. Daha açık yazıyorum,  patlayan ve ellerine yüzlerine bulaşan “Bulgar Etnik Modelini” A. Doğan yaratmadı ama “Oligarşi Modelini” azınlığımızın oylarıyla yaratan odur. Her seçimde aldatıldık ve yanlış adama oy verdik. 30 senedir bu iş böyle ve biz artık yalan dinlemeden, oyumuzu yanlış adama vermeden uyuz olmuşuz ve mutlaka kaşınmamız lazım….

Şimdi sizlere, Kara Deniz’de, Burgaz şehrinin “Şopar Limanı” sazlığı yakınında saklanan Ahmet Doğan’ın son 2 senede ne işler çevirdiğini anlatmak istiyorum. Büyük işler tabii…

Merkezleri Sofya’da bulunan “Bulgaristan İçin Amerika” Vakfı yöneticileri 2 sene önce “Şopar-Çingene Limanı” kenarından geçerek, deniz bakan kulübede Ahmet Doğan’ı “viski” çekerken bulmuşlar. Onlar da birkaç attıktan sonra, deniz kadar derin olan yeni bir konuyu tartışmaya açmışlar:
Konu şu: Birkaç sene sonra, Bulgar nüfusu içinde, yani birkaç seneye kadar Bulgaristan’da Roman – Çingeneler ve Çingene – Millet çoğunluk olduğunda, Çingeneleri iktidara talep olmaktan uzaklaştırmak için ne yapılmalıdır?

Amerikalı uzmanlar, bu iş için yalnız cahil, kör-cahil ve dumanlı kafalı olmak, yırtık pırtık, aç, susuz, kir pas içinde sürünmek, denize anadan doğma girmek vs şeylerin asla yeterli olmadığında ve olamaz noktasında ısrar ederken bin dereden su getirmişler. 2 asır önce Amerikan zencilerinin de cahil olmalarına rağmen ayaklandıklarını ve en sonunda kakao ciltli Barak Obama adında birinden Cumhurbaşkanı çıkana kadar olayların derinleştiğini vurgularken,  biz burada başka bir şeyler yapalım demişler. Cahillerden de Lider çıkabilir, fakat biz başka bir çözüm bulmalıyız gibi fikirlerde ısrar etmişler. Bulgar ırkı dışından birisinin devlet yönetiminde yer almasına halktan yükselen ırkçı tepki yüksek derken, Başbakan İvan Kostov gibi örnekler getirmişler.

En sonunda çözüm bulunmuş. Doğan “ben de şoparım” Türklerin başına oturtuldum ama aslında ben ömür boyu bir devlet görevinde bulunmadım, hatta meclise seçildim de kapısından içeri girmedim, kantininde köfte yemedim demiş.

“Neden?” sorusu hemen gelmiş Amerikalılardan.
“Ön şart koşmuşlardı. Sen seçilsen de meclise girmeyeceksin!” demişlerdi.

“Korkuyorlardı, eski Bulgar komünistler. Dedesi adı değiştirilmiş bir Romen olan Todor Jivkov, iktidarı ele geçirdi ve kemik yakalanmış it gibi 37 yıl bırakmadı ya, ondan da olabilirdi. Bu işler bir az da ölçü meselesidir” diye anlatırken A. Doğan hem kadeh deviriyor hem de dalgalanmaya başlayan denize bakıyordu ve şöyle devam etti:.

“Bakın ben “viski” çekiyorum. “Viski” Türklerin sevmediği bir içkidir, ama ben onlar beğenmedikleri için beğeniyorum viski” içmeyi diyebiliyor. 1985’ten beri perde ardından bana akıl veren Bulgarlar “Türkleri ve Romanları devlet sofrasına alıştırma hatta hiç sokma” demişlerdi. Ben bu ricaya uydum ve hala içmeye devam ediyorum.

Senin “kariyerini Ruslar belirlemiş” diye söze giren vakıf şefi şöyle dedi:  Şimdiki Roman – Çingenelerin alın yazısını biz belirlemeliyiz. “Amerikalılar olarak, Avrupa’da Çingene devletine yer yok diyoruz.”

 Ne de olsa bu görüşmede şu noktada uzlaşma sağlanmış.
Halen lise ve üniversite bitiren Romen-Çingene erkek ve kızlar arasından en buğday renklilerinin çakmak gözlülerinden başarılı, uyanık ve açıkgöz olanlardan 78 kişi seçilmiş. 2 seneden beri bunlar kurs görüyor. Artık 5 kurs bitirmişler.

Kurs 1: İl belediye yönetiminde çalışma hazırlık kursu;
Kurs 2: Bakanlar Kurulu kurumlarında çalışma hazırlık kursu;
Kurs 3: Herhangi bir bakanlık kadrosunda görev alma kursu;
Kurs 4: Halk Meclisinde görev alma kursu ve
Kurs 5: Cumhurbaşkanlığında görev alma kursu;

Bu kadrolar, Romen-Çingene lideri ya da zengini olmayacak, böyle şansları yok. Doğan’ın Türklerin ve Pomakların çobanı olduğu gibi bu gençler de Romen Çingenelerin grup, mahalle, kasaba veya semt-getto çobanı olmak için her konuda 6 ay eğitimsel hazırlık görüyorlar.

Kursa giderken kendilerine  maaşı ödenen, yemeği ve suyu, yatıp kalkması devletten olan bu Romen-Çingene gençlere öğretilen nedir? Kafalarındaki boşluğa sıkıştırılan ve aşılandıktan sonra etrafı iyice çiğnenen bir fikir var: “Nüfus içinde çoğunluk olsak bile biz asla hükümet olamayız, biz devlet kuramayız, biz Avrupa’ya yönetilmek için gelmişiz, yönetme işlerini Bulgar azınlığa bırakalım ve iktidar olmakta ısrar etmeyelim!” Fikir bu.

Lütfen hepiniz İş İşleri Bakanlığımızın sokağa çıkma yasağına uyunuz, Dikkat edelim de bu yolun sonunu birlikte görelim..

Sağlıcakla kalınız.
Paylaşınız.
Teşekkürler.

Yazar