Nasıl ki bitkiler yaşayabilecekleri doğada çoğalırlarsa, uygarlıklar da kendilerine uygun coğrafyalarda gelişirler. Bu nedenle Anadolu coğrafyasında eski dünyanın en büyük medeniyetlerinin bulunması da tesadüf değildir.
.
Hoca Ahmet Yesevi’nin Türkistan’daki türbesinin önündeyim. Eylül sonunda burada ısı hâlâ 35 derecenin üstünde. Sağ yanımda Pir-i Türkistan’ın türbesi. Isparta’dan özel olarak getirilmiş güllerle donanmış bir bahçe… Ellerim piyanonun üzerinde ama bu kez sanki ben çalmıyorum. Türbenin içinden gelen sonsuz bir enerji ile mutluluktan sarhoş olmuşum. Bu dakikaların hiç bitmemesini istiyorum. Güneş parlıyor, ısıtıyor, zaman zaman tenimi yakıyor. Yanaklarımdan, şakaklarımdan aşağı bir ıslaklık yayılıyor, gözyaşı ve alın teri birbirine karışıyor.
Buradan çok uzaklarda, Orta Asya’da Hoca Ahmet Yesevi türbesi önünde piyano çalan ben miyim? Karşımda gördüğüm manzara düş mü, gerçek mi? İnanmak zor. Biraz ötede büyük Türk ve İslam düşünürünün 63 yaşından sonra dünyaya veda edip yer altında yaşadığı toprak altından ışık saçan mekânı… Ahmet Yesevi, Hz. Muhammed’e öylesine büyük bir aşkla bağlı ki, 63 yaşında ölen Peygamberimizin bu yaştan sonra görmediği dünyaya o da veda edip toprak altında sadece ibadet ederek doldurmuş günlerini.
Bin yıl önce Timur’un yaptırdığı, birkaç yıl önce Türkiye’nin restore ettiği türbenin çevresinde binlerce kuş… Kuşların gece gündüz demeden 24 saat koro hâlinde öterek belki de kendilerince ibadetlerini sergiledikleri bir kutsal mekân. Ve dünyanın her yerinden türbeyi ziyarete gelen insanlar, insanlar…
Piyano hemen gül bahçesinin önünde. Ben çaldıkça kuşlar sanki müziğime eşlik ediyor. Türkistan’ın sonbahar sıcağında esen hafif rüzgârla pembe peygamber güllerinin cennet kokusu içimize işliyor. Bence şu an burası dünyada cennetin bulunduğu yer.
Bir düş kurmuşuz ve bu düş gerçekleşmiş. Kimi dünyanın en büyük konser salonlarında çalmayı ister, kimi cebini ısıtan parayı düşünür ancak benim için insanın bulunduğu her yer konser mekânıdır, madem sultan bizi huzuruna kabul etti o zaman kısmette varmış, çalalım… Hem de ne şerefle, huşu içinde çalalım…
İlk buluşma
1996 yılı eylül sonu… Ahmet Yesevi türbesi önünde taçlanan Kazakistan konserlerim Astana’da başladı. Yeni başkent Astana, mavi gökdelenleri, geniş caddeleri, ağaçlı yolları, büyük meydanları ile eski Sovyet sisteminin özelliklerini yeni kent mimarisi ile harmanlamış ışıklı bir şehir. Bu Türk ilinde, Anadolu’dan gelen Türkler baş tacı… Alışveriş merkezlerinin en sevilen markaları bizim giyim firmalarımız. Kaldığımız otelin sahibi de Türkiye’den gelmiş bu kardeş ülkeye. Hepimiz Türk’üz. Tiplerimiz birbirine benziyor, alışkanlıklarımız birbirine çok yakın. Sadece dillerimiz farklılaşmış. Bizdeki “Kazak erkek” tanımı bile onlardan geliyor. Kazak kadınları biraz da şikâyet ederek erkeklerinin çok bağımsız ruhlu olduğunu söylüyorlar.
Konserim Astana’nın merkezinde farklı mimarisi ile dikkat çeken müzik akademisinin konser salonunda. Ahmet Yesevi için yazdığım eseri onun doğduğu Türkistan’ı da içinde bulunduran Kazakistan’ın başkentinde seslendirmeye hazırlanıyorum. Piyanonun arkasında Türkiye ve Kazakistan bayrakları… Sunum Türkiye Türkçesi ve Kazakistan Türkçesi ile yapılıyor. Müziğin dili yok. Ben çaldıkça Kazak Türkleriyle sanki bir bütün oluyoruz. Alkışlar kesilmiyor, bütün salon ayakta… İşte benim en sevdiğim dakikalar. Kulis kapısının önü dolmuş. Piyano öğretmenlerinden biri sözcülük yapıp; “Sizin müziğiniz önümüzde farklı bir yol açtı, keşke yarın burada olsanız da bütün öğrencilerimize sizi dinletebilsek” diyorlar.
Ancak zaman yok, ertesi gün güneye doğru yolculuk yapıp Türkistan’a uzanacağız. Kazakistan dünyanın en geniş yüzölçümlü ülkelerinden biri, uçakla yapılan yolculuklar hayli uzun sürüyor. Durağımız Çimkent. Gece burada konaklayıp sabah Türkistan’a doğru yola çıkacağız, iki saatlik yolumuz var. Eylül sonunda 17 derece olan Astana ile Çimkent arasındaki ısı farkı Türkistan’a yol aldıkça daha da artıyor ve 35 dereceye yükseliyor. Kazakistan’ın toprağı geniş ama nüfusu az olduğundan yapılaşma az. Orta Asya’dayız, her şey büyük ve görkemli, sonbahar güneşinde sarıya çalan bozkır, bulutsuz masmavi gökyüzü ile birleşiyor. Atalarımızın at koşturduğu yerler… Türkistan adı bile güzel, insanın içini ısıtıyor.
Ve Türk-Kazak mimarisine göre yapılmış Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi’ndeyiz. Hemen karşımızda bozkırın ortasında Ahmet Yesevi’nin kabri. Üniversitenin Türkiye’deki büyük üniversitelerden farkı yok ama karşısında yatan Pir-i Türkistan bütün bu coğrafyayı etkiliyor. Yahya Kemal Beyatlı, “Şu Ahmet Yesevi kim? Bir araştırın, göreceksiniz, bizim milliyetimizin temellerini asıl onda bulacaksınız” demiş yıllar önce. Ne kadar doğru söylemiş.
“Düşünmek ve çalışmak ibadettir” diyen Ahmet Yesevi’nin büyüklüğü İslam’ı Türkçe ve basit bir dille anlatarak halkla buluşturması. Türkçe yazmasını Hikmet ismini verdiği şiirlerinden birinde şöyle anlatıyor:
“Sevmiyorlar bilginler sizin Türkçe dilini
Erenlerden işitsen açar gönül dilini
Ayet-hadis anlamı Türkçe olsa duyarlar
Anlamına erenler başı eğip uyarlar
Miskin Hafız Hoca Ahmet, yedi atana rahmet
Fars dilini bilir de sevip söyler Türkçeyi”
Ahmet Yesevi’nin yanında yetiştirdiği 90 bin dervişi İslam’ı yaymakla görevlendirip Orta Asya’dan Balkanlara kadar Türklere o zamana kadar tam anlamıyla kavrayamadıkları İslam’ı anlattığı biliniyor. Anadolu’nun Türkleşmesinde onun etkisi büyük. Anadolu kültürünün zirve noktaları ise Hacı Bektaş Veli, Ahi Evran, Sarı Saltuk, Taptuk Emre, Yunus Emre onun yolundan giden ve kapılar açan dervişler…
Hoca Ahmet Yesevi Kazak-Türk Üniversitesi’nin her iki ulustan öğretim üyeleri, çalışanları ve öğrencileri için bulunmaz bir gün. Hemen her gün önünden geçtikleri türbenin sahibinin hikmetlerini, felsefesini vereceğim konserde tekrar hatırlayacaklar. Müzik salonu sarıp sarmalarken “Bu bir konser değil, unutulmayacak bir dersti” diyor bir öğretim üyesi konser bitiminde. Gençler heyecanla çevremi sarmış, Anadolu kültürü hakkında sorular soruyorlar. Müzik öğrencilerinin ise öğrenmek istedikleri pek çok ayrıntı var. Onlar kalabalığın dağılmasını bekliyorlar.
Türk rektör vekili Prof. Dr. Mehmet Kutalmış heyecanlı, müjdeli bir haber veriyor. Valilikten Ahmet Yesevi Türbesi önünde konser vermem için izin çıkmış. Üniversitede kullanılmayan eski bir kuyruklu piyanoyu son dakikada tamir edip konsere yetiştiren Rus akortçuya ertesi gün için önemli bir görev düşüyor. Piyanoyu türbe önüne taşıtıp, güneş altında akort edip, konsere hazırlayacak. O da bizim coşkumuza ortak olmuş, konserimi dinledikten sonra yanıma gelip kulağıma fısıldıyor: “Bugüne kadar dinlediğim tüm piyanistlerden farklısınız. Sizinle tanışmak benim için bir onurdu” diyor.
Yesevi’nin huzurunda
Ertesi gün öğle saatlerinde türbenin hemen karşısındaki alandayız. Piyano taşınıyor, sahne olarak kullanılacak geniş halının üzerinde yerini alıyor, karşısına sandalyeler diziliyor. Üniversite öğrencilerinin dışında valilik lise öğrencilerini de çağırmış bu önemli etkinliğe. Türkistan Valisi, şehrin protokolü ve üniversitenin Türk ve Kazak rektörü hepsi buradalar. Bir düşüm daha gerçekleşiyor. Kendisi için bir eser yazdığım büyük Türk mütefekkiri Hoca Ahmet Yesevi beni huzuruna kabul etmiş. Tüm bu yaşadıklarım sanki bir rüya gibi…
Konser sonrası özel bir tören var. Kazaklar, ülkelerinin tarihi ve millî giysileri arasında yer alan ‘Şapan’ı çok değer verdikleri konuklarına giydirip, armağan ediyorlar. Yöneticiler beni de bu giysilerden biriyle onurlandırıyorlar. Madem Şapan’ı giydim, duygularımı da anlatma zamanı: “İstanbul’da Topkapı Sarayı kutsal Emanetler bölümünde olduğu gibi burada da günün 24 saati Kuran-ı Kerim okunması benim en büyük dileğim. Bunu yetkililere iletmenizi çok isterim. Allah ve Muhammed aşığı Pir-i Türkistan bunu fazlasıyla hak ediyor.”
Sözlerim alkışlarla noktalanıyor. Bu unutulmaz konser sonrası Kazak gençlerin bitmeyen soruları, birlikte çekilen hatıra fotoğrafları sonrası üniversitenin iki rektörü ve Türkistan Valisi ile birlikte yemekteyiz. Eğer et yemekten hoşlanmıyorsanız burada yaşamanız zor. Hele vejetaryenseniz yandınız. Orta Asya sofralarında sebze çok kıt… Et ise, bizim yediğimiz etten farklı. İri kemikli et parçaları, yanına bir iki sebze konulup haşlanarak konuluyor sofraya. Onlar atalarımızın tüm geleneklerine sahip çıkan Türkler, kımız içip, at etini sofralarından eksik etmiyorlar. At eti için bildiğimiz atlar kesilmiyor. Kesilen atlar dağlarda yaşayan bol tüylü farklı bir at türü.
Konser sonrası kurulan sofrada neredeyse yarım metreye ulaşan dev bir kayık tabakla et servisi yapılıyor ve servis tabağı önüme konuluyor. Adet şöyle: Sofranın en önemli konuğu et servisini tüm sofraya kendisi yapacak ve kalanı da kendisi yiyecek. Servisi becerebildiğim kadar yaptım ama kalanını yiyemedim. Ne de olsa 21’inci yüzyıldayız. Töreler devam ettirilse de ayrıntılar eskisi gibi değil, atalarımız gibi bir oturuşta bir koyun yeme dönemi kapanmış.
Kazakistan’a veda etmeden önce bir konuyu daha sizlerle paylaşmak isterim. Orta Asya’da yaşayan soydaşlarımız bizi çok atak, becerikli buluyorlar, “Sizler buralara sığamayıp batıya doğru ilerleyen Türklersiniz. Bizler sizin kadar çılgın değiliz, daha ağır başlıyız. Ama şurasını da unutmayın, törelerimizi biz devam ettiriyoruz. Siz bizim gibi ata binemiyor, geleneksel yemeklerimizi yemiyorsunuz ama yürek söz konusu olunca hepimiz Türk’üz.”
Türkistan’dan ayrılmadan önce karanlıkta tekrar türbeye geldik, türbeyi yirmi dört saat bekleyen güvercinlerle birlikte o sessiz bozkırda saatlerce oturduk. Onların gece sohbetlerine tanık olduk. Gece yarısı ata yurduna veda edip, eski başkent Alma Ata’dan (Elma şehri) İstanbul’a doğru yola çıktık.