Konu:   Siyaset satranç gibidir, bilmeyen oynayamaz yoksa kaybeder.

Kasım ayı Bulgaristan’da değişiklikler ayı olarak isim yaptı. 10 Kasım 1989’da Bulgaristan Komünist Partisi diktatörü Todor Jivkov devrilmişti. O zamandan bugüne geçen 28 yıl, Bulgar halkına tepeden kopan bir dalın, bir ağacın gövdesini ve kökünü pek etkilemediğine inandırdı. Jivkov, partinin ve devletin başı olarak budandı, fakat totaliter komünist gövde ayakta kaldı, 28 yıldan beri aynı ağacın zehirli ve çürük meyvelerini yemek zorundayız. Sanki toplum sol ve sağ olarak ikiye bölündü. Fakat 1981–1989 yılları arasında Birleşik Amerika Başkanı olan siyaset adamı ve aktör Ronald Reagan, görevinden ayrılmazdan önce “toplumda sol ve sağ diye bir şey yoktur. Yalnız ve bir tek yukarısı ve aşarsı var.” demişti.

Tabi bu formül ancak liberal toplum için geçerlidir. Faşizm zamanında böyle bir şey olamazdı. Faşizm sağdı ve soldaki komünistleri, sosyal demokratları, Çingeneleri, Yahudileri, Slavları ve gözüne kestirdiği tüm diğer halkları öldürmeyi kendisine ana hedef seçmişti. Hitlerin iktidara çıktığı 1933’ten yıkıldığı 1945’e kadar Avrupa’da en az 50 milyon insan en barbar bir şekilde yok edildi.

Komünizm sol bir ejderha idi ve sağ kanatta gördüğünü yok etmek veya kullanmak istemişti. 1917’den yine 1989’a kadar Rusya’da ve Doğu Avrupa ülkelerinde iktidar oldu. Sömürgen kapitalist (burjuva) dediği kitleyi darağacında sallandırmak veya kurşuna dizmek için kanun çıkarmaya bile gerek duymadı.  Ne ki, her şeyin zamanı dolduğu gibi, 20 yüzyıl olguları olan faşizm ve komünizm de yine 20. Yüz yılda sanki yok oldular. Yerine, her insanın sol ve sağ elli, kolluk, ayaklı, bacaklı, gözlü kulaklı doğduğu gibi o da “sol liberalizm” ve “sağ liberalizm” olarak doğsa da, “yok ben bir kavak ağacıyım ve tepem çatal değildir” dedi.

Komünizmin ve faşizmin biri birini yiyip bitirmesinden doğan liberalizm değişik ülkelerde farklı boy gösterdi. Örneğin Rusya’da  “Putin Partisi” olarak bilinen iktidar partisi kendi içinde sol liberal ve sağ liberal olmak üzere ikiye bölünmüş ve çatal baştır. Bizde Hak ve Özgürlükler Partisi (DPS) sol liberal parti olarak oluşsa da, içinde sağ liberal öz de varmış ki Lütfi Mestan DPS içinden söküp çıkardığı kanada (DOST Partisi)  “biz sağ liberaliz” dedi.

Olaya “tabandakiler” ve “tepedekiler” olarak baktığımızda, Bulgaristan’da tepedekilerin kendi kişisel özgürlükleri için savaşmış olduklarını görebiliyoruz. En büyük özgürlük “sarayda yaşamak” olarak kabul edilirse, Bulgaristan’da “en özgür adam” Ahmet Doğan’dır. O hapishanede sahtecikten de yatsa, “özgürlüğüne kavuştu” anlamında, yukarıdan bakma hakkını elde eden kişidir. Lütfi Mestan için aynı şeyi söyleyemeyiz. Kasim Dal ya da Orhan İsmailov için de bu bakıma söyleyecek sözümüz yok, çünkü halkın dediği gibi “her kuş her ağaca konmaz” ve onlar “Doğan olamaz”lar.

Taban olarak, halk kitleleri, iki ucunu bağlayamayan insanlarımız açısından baktığımızda “tepedekiler” /Doğanlşar, Mestanlar, Dallar ve O. İsmailovlar” insanlarımızı bir karınca ocağı olarak görüyorlar. Karınca yuvasını – beraber yaşayan “özgür” insanlar olarak tarif ediyorum. Karıncaşların başlarını sağ sola sallayarak şu ya da bu yana gitmekte, durmak, yürümek ve koşmakta özgür oldukları dikkatinizi çekmiştir. Tabi bu bir düzendir. Liberal toplum düzeni budur. Ortada, yanına yaklaşılamayan bir “saray bekçisi” ve etrafta dolaşma özgürlüğünün tadını çıkaran karınca sürüsü var. Ne var ki, 1989’da liberalizme geçileli günden bu yana biz “tepedekilerin” söküldüğünü ve dağ başından kopan bir taş gibi büyük bir gürültüyle dere dibine yani karınca yuvasına doğru tekerlendiğini görüyoruz.

Cuma gün Bulgar “TV -3” kanalından Sofya meclisi oturumunu isledim. Müthiş bir kavga, sert çıkışlar, saldırı ve istifa çağırışları sonucu, Sosyalist Partisi ile HÖH partisi (sol liberaller), bir “sağ liberal” olan, iktidar partisi GERB önemli figürlerinden, meclis başkanı Dimitır Glavçev’i istifaya zorladı yani tepeden söktü ve meclisten de atabildi. Bu ilk olay değil. Sağlık Bakanı ve daha birkaç milletvekili de şapkasını alıp “yolcu yoluna” şarkısını söylemeye zorlandı.

Şu da var tabi. Bulgaristan’da yaşayanlar yamyam değil. Yani tepeden koparılan ve karınca yuvasına itilenler, yiyeceği olan karıncalar isyan etmezler ve ağcın tepesine tırmanıp en yukarıdaki nazik yapraklardan başlayıp bütün yaprakları koparıp meyveleri daha kolay yiyebilmek için ağıcı yapraksız bırakmazlar, demek istiyorum. Öyle de olsa, Reygan’ın vurguladığı “tepeden tabana” hareketi izliyoruz.  Lütfi Mestan, Kasım Dal, Osman Oktay, Güner Tahir, Mehmet Hocov ve daha birçokların Türk Partisi tepesinden koparılıp dereye yuvarlanışını bilmeyen yok. Kuşkusuz bu sıralanan şahısların hepsinin karıncalara yem olduğunu iddia edemem, çünkü L. Mestan grubundan olan Şabanali Bey’in yaz aylarında 3 defa 5 yıldızlı otelde tatil geçirdiği ve “sefa sürdüğü” başka gerçekler anlatıyor. Sonra 15 Aralık 2015’ten beri “bir işe yaramayan” bu şahısın Kırcaali’de 120 metre kara lüks daire alması, köyünde de 3 kat ev yaptırması, dili olmayanlara, dudak ısırtmıştır. Bilirsiniz demir paranın yazı ve turası olduğu gibi, rüzgarın da yönü vardır. Bir güneyden bir kuzeyden eser. Bunları yazarken,  benim gibi Deliormanlı olan ve beden eğitimi öğretmenliğinden sivil polise, oradan da müftülüğe ve sonunda Baş Müftü lük’e terfi eden ve aynı yıllarda isminin önüne Profesör, Doktor, Bulgaristan’ın “en büyük üfürükçü ve tükürükçü hocası, lanet duacısı vb” lakap ve unvanlar takmayı başaran Nedim Gencev’i hatırladım.

1994’te kurşunlanan Başbakan Andrey Lukanov ona Sofya’nın en göbeğinden sarı paveli “Batenberg Meydanından”  160 metrekarelik bir daire vermişti. Gencev Arap vakıfları ve din şirketleriyle iş yapardı. Bir defasında Sofya’ya yarım uçak Arap gelmişti. Gencev’ten verdikleri paraların hesabını sordular ve hem lüks daireyi ve Bal Pınar (Glodjevo) köyünde babasının malını mülkünü, tarlalarını, çayır ve korularını sattırdılar. Başkasının başına gelmesin. Yorumunu siz yaparsınız artık…

Bu yönetim işlerinin nasıl olacağını çok eski kalemler yazmış, hatta Aristotel bile bir toplumda tepenin (iktidarın) örgütlenmesi için sadece 2 yol vardır şeklinde konuşmuştur. Bunlardan birisi, aralarında eşit olmayanların Padişahlik, Krallık, ağalık gibi iktidar (egemenlik) şekli iken, ikinci yönetim şekli ise aralarında eşit haklı olan insanların egemenlik biçimidir. Bu iki iktidar şekli tarihte kâh belirmiş, kâh yok olmuş ve sonra yine belirmiştir.

İnsanların aralarında eşit olması gerektiği toplumsal düzene bir “sivil toplum düzeni” diyoruz. Yukarıda “karınca yuvası” dediğimde bunu düşünmüştüm. Karıncalar yuvada (toplumluklarında) aralarında eşittir. Güncel siyaset açısından nitelendirdiğimizde onların “kolektif” hakları yoktur. Bu toplumsal düzen,  İngiltere’de İç Savaş (1644 -1651) Cumhuriyetçiler ve Kraliyet yanlıları arasında yürütülmüştü. Oradan başlayarak, ilk Bağımsızlık Bildirisi (1776) yayınlanmasına kadarki verilen mücadelelerden “tüm insanların eşit olduğu sivil toplum” fikri doğuşuna kadarki süredir. Bunun derin anlamında Kralık yerine Cumhuriyet, Padişahlık yerine Cumhuriyet idaresi kurulmasıdır. Cumhuriyet yönetim biçimi her kesin tek oy hakkı olduğundan dolayı ve yönetimi halkın kendi iradesiyle seçme olanağı bulduğu işin “siyasi bir yönetimdir” yani bireysel hakların eşitliğine dayanır. Sözünü ettiğim modern toplumdur. Toplum sözleşmesine ve vatandaşların (seçenlerin) yöneticiler (seçilenler) üzerindeki egemenliğine dayanır.

Bulgaristan toplum düzeni Cumhuriyet biçiminin en kötü örneklerinden biridir. İçinde yaşadığımız karınca yuvasında her karınca seçtiği yöneticiyi beslemekle yükümlüdür. Karıncaların yuvalarına tane, yaprak, yosun, küf, mantar kıymığı ve daha birçok yiyecek taşıma işinde adeta yarıştıklarını görmüşünüzdür. Onlar doğanın hiçbir meyvesini yemezler. Ödevleri onları bulup yuvalarına taşımaktır. Yuvanın yüklüğünü, iç yollarını ve katlarını da bilmezler. En önemli vazifeleri ise taşıdıkları yiyeceklerin üzerine işemeleridir. Böylece onlar istif ettikleri yiyeceklerin çürümesini ve yenir hale gelmesini sağlarlar. Yuvada biriken yiyeceklerinden kimin ne kadar pay alacağını belirleyense onların aralarında eşit hak kullanarak seçtikleri yöneticileridir.  İnsan toplumunda olduğu gibi, çalışanların emeği devlet haznesinde, bütçede toplanmıyor mu! Bu paradan işçinin, köylünün, öğretmenin, polisin veya emeklinin kaç para alacağını belirleyen ise oy kullanarak seçtiğimiz hükümet değil midir. 26 Mart 2017’de seçtiğimiz iktidar, dün yaptığı bir açıklamada 24 Aralık gecesi kutlanacak Noel (bocuk) bayramında az gelirli Hıristiyanlara emeklilere 40’ar leva verecekmiş. Az gelirli Müslümanlar bu bayramı kutlamıyor. Onlar göz kızartacak. Yani seçerken var olan eşitlik ve adalet, dağıtırken yok.

Çok küçük bir aktüel örneğini verdiğim adaletsizlik insanda güvensizlik ve huzursuzluk yaratandır. Faşizm, Nazizm, Bolşevizm, Komünizm bu nedenle yani “adaletsizliğe” son vermek için doğmuştur. Bu olay geçen yüzyılın başına rastlar. Hem faşizm hem de komünizm yasalar çıkarmış, seçilen diktatörlerin (Lenin, Stalin, Hitler, Musolini vb) iradesi üstünde olan bu yasalarla diktatörlerin üstünde hüküm sürmeyi, adalet aramayı denemiş, umudun canlı kalmasını sağlayabilmiştir. Bizde de 1934 – 1944 arası faşizm ve 1971–1989 arası totalitarizm vardı ki, aynı zamanda Anayasa ve yasalar da yürürlükte olduğundan, insanlar belirli bir umutla yaşamışlardı. Fakat Bulgaristan’da yaşayan etnik azınlıklar için aynı şeyi söyleyemeyiz. Çünkü 1879’dan sonra kabul edilen hiçbir Bulgar Anayasası’nda onların adı geçmemiş, esemesi okunmamıştır. Onların haklarını tanıyan tek bir kanun çıkarılmamıştır. Hatta 1972’de ve 1985’te isimleri değiştirilirken bile hukuksal dayanak yoktur. Bu yıllarda “eşitlik” tanınmayan kesim “düşman” olmuştur ve bize eşitlik tanınmadığı için düşman olarak görülmüş ötekileştirilmiş, baskı, terör ve zulüme maruz kalmışızdır.

Birinci karınca yuvalarından XXI. yüzyıla geçen yalnızca liberal demokrasi kaldı. Kökleri yine geçen yüzyılın başlarına uzanan bu siyasi modeli sanki yıkacak kimse kalmadı artada, çünkü faşizm ile komünizm birbirini yedi bitirdi. Francis Fukuyama gibi yazarlar “Tarihin Sonu” tezini savundu. Onun demek istediği, 1796 Büyük Fransız Devrimi ve Ekim 1917 Devrimi gibi devrimler artık olmayacak. Karabulutlu, fırtına ve boralı, gece gündüz şimşek çakan sıkıntılı tarihin artık gömüldüğünü müjdeliyordu. Bulgaristan gibi ülkelerde bu “liberal demokrasiye engel yoksa Rusya’dan kopalım ve Almanlar gibi olalım” şeklinde yorumlandı ve “Geçiş Dönemi” başladı. Biz 27 yıldan beri geçiş tünelindeyiz. İstatistiklere göre artık eski kıtada en yoksul ve karamsar ülkeyiz. Bulgaristan sosyalist meclis muhalefetinden Prof. Dr. İvo Hristov’un dediğine göre, % 40’ım kör cahil, % 60’ımız okuduğumuzu anlasak bile kullanamaz ve % 80’inimiz “debil” yani güçsüz durumdayız. Faşizm ve sosyalizm yıllarında kurulan altyapıyı yıktık yaktık ve toplumu “politik adalet düzeni” ilkelerine göre örgütlemeye gayret bile göstermedik. Önce hızlı hızlı yürüyen, sonra yağmurdan ve doludan kaçan karıncalar gibi koşuşan insanlardan 3 milyonu yuvayı (Bulgaristan’ı) terk etmeyi seçti. Tabi ki, olmayan insanlarla düzen kurulamaz, bizde de herkes bildiği gibi saldırmaya başladı.

Bugün artık sanki “kayıt dışı” yaşıyoruz.  Karıncalar yöneticilerden hiçbir şey beklemez oldular, kural tanımıyorlar, eskiden üzerine işedikleri nimetlerin kırıntılarını toplamaya devam ediyorlar.

Bu yıllarda modern toplumda liberal demokrasiye da seçenekleri olabileceğini, modernize bize uymuyorsa daha önce iyi yaşadığımız günlere bizi döndürecek yeni ideolojiler, siyasetler, uygulamalar aramayı düşünen de olmadı.

Bulgar toplumu art arda skandallar yaşıyor. TV tartışmalarında bunları dinlerken sanki, dikili taşları oyan ve özlerini açıp iğrençliği görülebilen duruma getiren bir tablo izliyorum. Karıncalar doğadan çalıyor, fakat doğal olan herhangi bir şeyi yemekten zevk almamakla cezalandırılmış olduklarından, her şeyi yuvalarına taşıyorlar. Bizde, talan edilen toplum son kemiği de soyulmuş, kontrol kaldırılmış, toplum kemiklik çöplüğüne dönmüş, her siyasi parti obur oligarşi besliyor, oligarşilerdense egemenlerin – hükmedenler – sınıfı oluşuyor.

Yapılan son sosyolojik anket sonuçlarında, insanların % 55’i zulmü kafamıza kazınan diktatör T. Jivkov zamanının geri dönmesini istemiş.  Bunun bir anlamı, toplumun feodalizme dönmek istediğine işaret ediyor. Bulgarlar feodalizmi Osmanlı’da yaşamışlar. O zaman da toplumun ilke, kural ve yasaları varmış, hırsızlara, talancılara kılıç oynadığı unutulmadı. Bulgar milliyetçiliğinin keskin kaleme sayılan Prof. Bojidar Dimitrov her Cuma “Trud” gazetesinde yazdığı yazısında, bu defa “Biz Türklerden çok gördük, çektik, ama onlara çok da kıydık” diye yazmış. Ne yazık ki ortaklığımızdan akıllarında kalan hep kötülük! Yaptıkları kötülüklerden sıyrılamıyorlar. Kafaları kötülükle öyle dolmuş ki kendini arıtamıyor. Ne var ki, feodal dönemde oynayan kılıç, birçok defa “egemen” güçleri de izaha getirmiştir.

Bulgaristan’da “eskiye dönme” özlemi yaşandığını Oligarşi temsilcileri, örneğin GERP partisi meclis grup başkanı Tsvetan Tsvetanov duyumsuyor. Kendisin aynı zamanda bir 19. yüzyıl centilmeni olduğunu göstermek için panayıra, festivale, pikniklere toplanan halkın özlem uyuzunu kaşımak için aba poturla, kasketle, çarıkla, kuşaklı çıkıyor meydanlara…

DPS lideri Mustafa Karadayı henüz bu uzaklığı göremiyor. Lütfi Mestan da girdi camilere, mevlit pilavı yedi, fakat tutmadı. Kurt olup da koyunlar arasında yaşamak zor iş.  Nitekim, asilzade onurunun “efendilik” kodunda özürlüye, takatsize, hastaya, kötürüme el uzatmak, yardım etmek var, onları ezmemek, onlara çektirmemek olmalıdır. 21. yüzyılda centilmen kişinin yaşam kuralında bu yer almalıdır.

Bu bir beklenti olsa da, Ahmet Doğan ve Lütfi Mestan hiçbir fakirin damı akan evinin kiremidini değiştirmemiş, damla tutmamıştır. Yalnız yaşlıların kaldığı hiçbir köyde yaşlı sofrası açmamıştır. Kış geliyor camilere kömür dağıtmamıştır.

Bugün Bulgaristan güçlü olanların kanun ve kural tanımayan, saygı bilmeyen, namusu ayak altına alan beyliğine dönüş yaşıyoruz. Bu gelenek de tanımayan gidişin ucunda şöyle birkaç nokta olduğu dikkati çekiyor.

Bir: İnsanlar (karıncalar misali) özgürdür. Hiç kimsenin üzerinde ahkâm kesen, hükmü olan birinin olmadığı iddia ediliyor. Ahmet Doğan’ın “özgürlük” konusunu da işleyen 1991’de gazeteci Benatova’ya verdiği bir söyleşide de belirildiği üzere, üzerinde söz sahibi olan birisi olmayan kişiler özgürdür. Modern dünyada insanlar bu durumda kararlarını kimseye sormadan kendileri alabiliyorlar. Ne var ki, bu ancak kişisel haklara ilişkindir. Fakat her insan köyünde oğluna ya da kızına tek kişilik özel okul kurduramaz. Her kişi kendisi için gazete çıkaramaz, radyo yayını yapamaz ve TV programı da açamaz. Bu insanların toplu, ortak, kolektif hakkıdır. Bulgar devleti kolektif insan hakkı diye bir şey tanımıyor, bu haklarımızı anayasaya almıyor, yasalaştırmıyor. Biz sivil toplum toplumunda yaşıyoruz deyip, karıncanın kişisel hakkı gibi bize de kişisel haklar tanıyorlar ve kolektif haklarımızı tanımıyorlar. Bunu gören nüfus karamsarlığa düşüyor, geleceğini karanlık görüyor, ben tek başına bir şey yapamam deyip, insanların aralarında dayanışma hakları olan ülkelere göç ediyorlar. Bulgaristan’dan kaçıyorlar. Örneğin 1985’te yani isimlerimizin değiştirildiği zaman ülkede nüfus artışı – % 5’e düşmüş ve bir türlü toparlanamadı ve Bulgar toplumu kendini yeniden üretemez duruma geldi.

İki. İnsanların karıncalar gibi hak eşitliğine sahip olduğu yalanına kapılan insanlar, gerektiğinde adil bir toplumda yaşadıklarına inanmaya başlıyorlar, gerektiğinde mahkemede zenginleri yargılayabileceklerine inanıyorlar. Fakat her defasında mahkemede tosluyorlar ve bu memlekette yargılanan, hapse düşmüş hırsız, rüşvetçi, dalavereci, dolandırıcı olmadığını gördükçe hayal kırıklığı geçiriyorlar. Zenginlerin, soyguncu ve talancıların git gide daha da zenginleşmesi, fakirlerinse sayadaki aç susuz koyunlar gibi melemesi onları geleceksiz kılıyor.

Üç. Bu arada var olduğu iddia edilen eşitlik dengesinde azınlık topluluklarına hiçbir tanınmamış olduğu da bir gerçek. Son 28 yılda hiçbir Bulgar şehrinde çocuk bahçeli, oyun alanlı, anaokullu, semt okulu olan bir etnik azınlık semti kurulmasına izin verilmedi. Etniklerimiz GETTO-Mahalleler içinde yaşayan bireyler olarak eşit haklara sahiptir. Aynı zamanda bu “eşitlik” ortamında  azınlıkların kolektif haklarını arama hakkı yorktur. 1989 Mayısında kolektif hak ve özgürlüklerimizi isterken kurşunlandık. Kişisel haklarından fazlasını isteyenler tutuklandı, yargılanmadan içeri atıldı, sürüldü, sınır dışı edildi. Bu durumun aşılması gerek. Tek yolu vardır. Anayasa değişikliği ve bütün azınlıklara azınlık hakları, kültürel otonomi hakları tanınmalıdır. Bulgaristan Türkleri bu hedefe 1950’lerde ulaşmıştı ve yeniden ulaşmalıdır.

Dört. Güçlü olanların iktidarının güçsüz ve zayıf olanların denetiminde (kontrolünde) olduğu savı yalandır. Kontrol kolektif bir haktır. Kolektif haklarımız tanınmadığına göre, Bulgaristan halkı iktidarı denetleyemiyor demektir. Bulgaristan Türkleri Ahmet Doğan’da bile hesap soramayacak duruma gelmiştir, çünkü hesap sormak isteyenler memleketten kovuluyor, 2013’te Mehmet Yeni Mehmedov HÖH Kurultayında Ahmet Doğan’dan hesap sormaya kalkınca 3 yıl hapis yattı. Oysa suçu yoktu, çünkü onun “liderden” hesap sorma hakkı vardı.

Bizdeki sorun bazı vatandaşların diğerlerinden daha büyük haklara sahip olmasından kaynaklanıyor. Adaletsizliğin başı buradadır. İktidardan hesap sorulamıyor. Bütün memlekette devlet görevinde çalışan 5 Türk yok. Devlet asfalt ezen yuvarlak gibi eziyor hepimizi. Ezilen asfaltın yuvarlağı durdurduğu nerede görüşmüş ki? Bulgaristan’da “eşit olmayanlar” arasında derebeylik düzenine dönüş yaşanıyor. Ağacın dalları her bahar onların bahçesinde yeşeriyor, gölgede oturan onlardır. Zengin tabaka – oligarşi! Örneklersek 2018’de zam yapılacak dendi: 180 leva emekli maaşı alana 20 (yirmi) leva, asgari ücrere 80 (seksen) leva ve kurumlardaki devlet memurlarına 500’den (beş yüzden) 1 500 (bin beş yüz) levaya kadar zam yapılacak. Eşitlik ve adalet bunun neresindedir?

Kişisel gelişmede adalet mantığı Bulgaristan’da yıkılan Todor Jivkov’un yakın koruyucusu olan Boyko Borisov’u Başbakanlığa getirdi ve o “benim için her şey kişiseldir” dedi. Günümüzün yenileri mecliste onaylanmamış yasa ve kurallarla yaşayan, sömüren, soyan, kaçıran ve talan eden zümredir. Geçerli yasa güçlülerin iradesi oldu. Bu güçlüler arasına Ahmet Doğan da girdi ve Bulgaristan Müslümanlarını sözde “özgürlük” kuralları içinde ezdi ve hâkimiyet kurdu. Bulgaristan Türkleri devletten gelecek her iyiliği lanetler duruma geldi, “gelecek olan da gelmesin” diyecek duruma getirildi. Devletten soğutulan, ötelenen, koparılanlar özgürlüğü başka bir çeşit okumaya başladılar, karınca sürülerde birleşmeye başladı. Bulgaristan Türkleri seçilmiş “kişiler” listesi ve çevresi dışında kaldı ve kişisel özgürlükler bizim yazgımıza ölüm ve yok olma damgası vurdu.

Kişisel iktidara uzanan GERB partisi, 2009’da hükümet olalıdan beri, ülkeyi soyma sitemi oluşturmaya çalışıyor. Belediyelerin kanını emiyor. Hısım akraba, bacanak çotanak derebeyliği yerleştiriyor. Tüm azınlıkları köle durumuna getirmiş alabildiğine sömürüyor. Şu da ülkemizde bir köy, bir şehir ne kadar küçükse “kuralsız düzen” o kadar yerleşmiş ve güçlüdür. İnsanları bir yalana inandırmak isteyenler, demokrasinin sivil toplum örgütünde kişisel haklar yalanından geçtiğini tekrarlamaya ediyorlar. Kolektif haklarımızı konuşmak yasaktır. İki hafta önce Lütfi Mestan, 50 bin Bulgar’a Arnavutlukta “azınlık hakları” nın resmen tanınmasını vesile ederek, “biz de ulusal etnik haklarımızı istiyoruz” dedi. Bir hafta sonra üzerindeki balyozun ezmesinden ürkerek fikrini değiştirdi “sivil toplum içinde etnik azınlık olarak ancak kişisel haklarımızı istiyoruz” dedi ve “Audi” arabasıyla balık ve av turlarına engellenmeden devam etti. O, fazla okumuş olmadığından ve yalnızca ağzına sıkıştırılanı çiğneyip tükürdüğünden, “Ahmet Doğan’ın uşağı olduğu yıllarda anlattıklarına “özgür lider” olarak da tekrarlama moduna girdi. Osman Oktay da, FETO-cuların ele başı Mehmet Ömer ve Kasim Dal ile Orhan İsmailov da “seçilmiş kişiler” olarak aldıkları paradan ve durumlarından memnundur. Halk ezilmiş kime ne. Onlara bir tek sözüm var. Ezilenler su alır ve gün gelir hiç birinin bileğini bükemezsiniz! O gün gelecektir.

Biz Bulgaristan Türkleri artık demokrasi ve özgürleşme umudunu yitirdik. Şimdi yeni daha büyük bir tehlike var. Biz modernleşmeden de sınıfta kaldık. Halk bu gelişmelerden rahatsız olmaz oldu. Sosyalizm yıllarında 37 yıl karınca ocağında yaşamış ve söz dinlemişti. Karınca yaşamının anayasası ve kuralı yoktu. Halk mücadelesinin de kuralı yoktur. Bugünkü psikolojik savaşta muhalefet üstünlük sağlıyor. Yazımın başında meclis başkanlığından devrilen Glavçev olayı, GERB ve dayandığı faşist zümre gerileme vitesine girmiş bulunuyor. Ülkemiz 2018 baharında erken genel seçime gidecek. Hazırlanmalıyız. Kişisel hak olarak mektupla oy kullanma hakkı isteyelim. Dış ülkelerdeki Alman ve İngilizler bu kuralla savunuyor kişisel haklarını ve Türkiye’den 620 bin, Batı ülkelerindeki kardeşlerimizle 150 oy toplayarak, önce meclisteki bu yürekler acısı durumu değiştirelim. Şans bizimdir.

Türk milletinin 20. yüzyılda kuvvet aldığı slogan şudur: İttihat ve Terakki! Yani BİRLİK VE İLERLEME: Şiarımız bu olsun kardeşlerim.

Okuduğunuz için teşekkür ederim.

Paylaşınız lütfen.

Yazar