İbrahim SOYTÜRK

11 Eylül saldırıları, sadece New York’un göğünü değil, tüm dünyanın kaderini değiştirdi. O gün yıkılan kuleler, çelikten çok daha fazlasını taşıyordu: uluslararası hukukun kırılganlığını, özgürlüklerin geçiciliğini ve korkunun iktidara nasıl dönüştüğünü.

Saldırının ardından sahnelenen “teröre karşı küresel savaş”, modern tarihin en büyük çelişkilerini doğurdu. Uluslararası hukuk saldırıyı terör eylemi olarak tanımlarken, yıllar öncesinden planlanan işgaller bir anda meşru savaş ilan edildi. New York semalarında tek bir Afgan savaş uçağı yokken NATO Antlaşması’nın 4. Maddesi devreye sokuldu. Afganistan ve Irak’a yönelik saldırılar, aslında çoktan hazırlanmış senaryoların oynanmasından ibaretti.

El Kaide, bir yandan küresel düşman olarak lanse edilirken, başka cephelerde işlevselleştirildi. Düşman, aynı anda hem şeytanlaştırıldı hem de yeniden üretildi. Bu çelişkili tablo, “küresel savaşın” kimin çıkarlarına hizmet ettiğini açıkça gösteriyordu. Kitlelerin zihnine işlenen korku, küresel güçlerin en kullanışlı silahına dönüştü.

Ama mesele sadece savaşların bahanesi değildi. 11 Eylül, toplumsal psikolojinin en sert kırılmalarından birini yarattı. Uçaklar artık ulaşım aracı olmaktan çıkıp zihinlerde potansiyel silaha dönüştü. Havalimanı güvenlik kuyrukları, modern insanın gündelik ritüeli haline geldi. Bir zamanlar “açık toplum” idealiyle övünen Batı, görünmez duvarlarla çevrili bir yeni ortaçağa adım attı.

Medya, kulelerin yıkılışını milyonlarca kez yeniden oynatarak, gerçeği değil, korkuyu sürekli üretti. Dünyanın her köşesinde aynı görüntü izlendi, aynı duygu pompalanarak tek bir ortak gerçek inşa edildi: “Artık hiçbir yer güvenli değil.” İşte bu noktada, korku bir yönetim biçimine dönüştü.

Bugün hâlâ o gölgeler altındayız. Fakat artık savaş uçaklarından çok algoritmalar devrede. Siber güvenlik yasaları, gözetim kameraları, biyometrik kimlikler ve dijital fişlemeler hayatın ayrılmaz parçası haline geldi. Yapay zekâ, terörle mücadele gerekçesiyle devreye sokulurken, toplumların davranışlarını gözeten ve yönlendiren görünmez bir mekanizmaya dönüştü. Göçmenler, “potansiyel tehdit” olarak etiketleniyor; salgın hastalıklar “küresel güvenlik sorunu” diye lanse ediliyor; iklim krizi dahi devletlerin olağanüstü yetkilerini meşrulaştırmak için kullanılabiliyor.

Dünya gerçekten de korkuyla mı yönetiliyor? Belki de asıl soru şu: Biz gerçekten güvenlik mi satın alıyoruz, yoksa özgürlüğümüzü mi ipotek ediyoruz?

Yazar