“Avrasya Vakfı Hollanda Konferansı: Rafet ULUTÜRK’ün Tarihî Konuşması”
Sayın Başkan,
Değerli Parlamenterler, Kıymetli Misafirler,
Sözlerime, bugün burada sizlerle aynı salonda bulunmanın, göz göze gelmenin ve yürekten bir bağ kurabilmenin verdiği onuru ve mutluluğu dile getirerek başlamak istiyorum. Bu sadece bir toplantı değil; bu an, geçmişten bugüne taşınan hafızalarımızın, umutlarımızın ve sorumluluklarımızın buluştuğu tarihi bir andır.
Bu anlamlı buluşmayı, büyük bir vizyon ve samimi bir gayretle hayata geçiren Avrasya Vakfı Başkanı, saygıdeğer Fatma Aktaş hanımefendiye; bizleri bir çatı altında birleştiren organizasyon ekibine; varlığıyla bu salona değer katan, bizlere güç ve moral veren siz kıymetli dostlara Balkanlardan Kafkaslardan hatta Afrikadan bile gelen tüm dostlara yürekten teşekkür ediyorum.
Her birinizi gönülden kutluyorum.
Bugün burada Kalplerimizi, umutlarımızı ve yarına dair inancımızı birleştirdik. Ve inanıyorum ki bu birliktelik, sadece bugünün değil, yarınlarımızın da en güçlü adımlarından biri olacaktır.
Bugün bu kürsüden sizlere;
Balkanların en samimi, en çalışkan, en vakur insanlarından — Bulgaristan Türklerinden,
Rodopların serin yamaçlarından, Dobruca’nın bereketli ovalarından, Deliorman’ın köklü çınarlarından, Tuna’nın vakur akışından, Arda’nın sabırla örülmüş kıyılarından, Tunca’nın dua yüklü sularından,
ve Meriç’in çığlığına karışmış anaların gözyaşlarından…
Kalbimizin en derininden gelen kardeşlik selamlarını sizlere iletiyorum!
Ama bilin ki; bu selam yalnızca bir “merhaba” değildir… Bu selam, bir milletin yüzyıllardır süren var olma mücadelesinin, alın terinin, gözyaşının ve duasının selamıdır. Bu selam; bizi ayakta tutan inancın, bizi birbirimize kenetleyen sevdanın ve yarınlarımızı aydınlatacak umudun habercisidir.
Bugün burada attığımız her adım; yarın çocuklarımızın özgürce, başı dik ve gururla
“Ben Türk’üm!” diyebileceği bir geleceğin temeli olacaktır.
Selam olsun nerede yaşarsa yaşasın gönlü Türk’le atan tüm Dünya Türklerine…
Selam olsun Bulgaristan’dan Hollanda’ya, Avrupa’nın her köşesinde bizlerle aynı duyguyu paylaşan, gönül köprüleri kuran dostlarımıza… Ve bilin ki; biz buradan sadece bir selam değil, tüm dünyaya duyulacak kadar gür bir uyanış çağrısı gönderiyoruz!
Ben de bir Kırcaalili olarak, 1989’da Bulgaristan’da başladığım mücadeleyi; halkımızın o gün yaktığı direniş ateşinden aldığım ilhamla büyüttüm.
BULTÜRK Derneği ailesinin bir ferdi olarak, 2003 yılından bu yana hem Bulgaristan’da hem de Türkiye’de yaşayan vatandaşlarımızın gür sesi olmaya çalıştım ve hâlâ devam ediyorum.
Amacımız yalnızca bir ses olmak değil; yeni nesillerin yüreklerine, tarihimizin ve kültürümüzün ilmek ilmek işlenmiş kodlarını nakşetmek… Ve bu yolda, dün olduğu gibi bugün de aynı inançla, aynı kararlılıkla, aynı sevdayla yürümeye devam ediyoruz.
Ama yalnızca ses olmakla yetinmedik… Biz, yeni nesillerin yüreklerine; tarihimizin, kültürümüzün, kimliğimizin harf harf, nakış nakış işlenmesi için çalıştık, çabaladık, emek verdik.
Çünkü biliyoruz ki: Geçmişini unutan bir milletin, geleceğe dair umudu da olmaz.
Unutan millet, önce hafızasını kaybeder, sonra kimliğini; en sonunda da varlığını kaybeder.
İşte bu yüzden, üzerinde yaşadığımız coğrafyaların tarihini, değerini ve önemini bilmek bir lüks değil; var olmanın ilk şartıdır.
Bunu anlamadan, yarınımızı güvenle inşa edemeyiz.
Ve unutmayalım: Geçmişini bilmeyen, geleceğini başkasının merhametine bırakır.
Bunu anlamak için, bugün dünyada değişen düzeni ve sarsılan dengeleri; dikkatle, bilinçle ve ibretle izlemek bile yeterlidir. Ve unutmayın: Eğer biz bu gerçeği bugün anlamaz, gençlerimize de anlatmazsak; yarın bize ait olan her şeyi başkaları yazacaktır!
Bugün burada Bulgaristan’ın dününü, bugününü ve yarınını; acısıyla, tatlısıyla, tüm gerçekleriyle ortaya koyacağım. Ama artık biliyoruz: Dünyayı okumadan, kendi devletini okuyamazsın!
Bu nedenle önce, gelin dünyanın her yüzyılda bir yeniden şekillenen kaderine; insanlık tarihinin dönüm noktalarına tanıklık eden o büyük değişimlere kısaca göz atalım…
Çünkü bunları anlarsak ve arkamızdan gelen gençlerimize aktarabilirsek, bugün burada söyleyeceklerim çok daha derin bir anlam kazanacaktır.
19.yüzyıldan itibaren bilim ve teknolojide yaşanan devrimler; küreselleşme adı altında dünyayı siyaset, ticaret, sağlık, güvenlik ve daha nice alanda ortak bir pazara dönüştürdü.
Ve bilin ki; bugün büyük devletler bu pazarda yalnızca yer almak için değil, var olmak için mücadele ediyor. Çünkü bu masada yer almak isteyen ya da yerini korumak isteyen her devlet, bütün gücünü ortaya koymak zorunda kalıyor.
Aksi halde kaderi bellidir: Masada olmayanlar, menüde olur!
Teknoloji gelişiyor, hayat sanki kolaylaşıyor gibi görünüyor…
Ama bu parıltılı vitrinin ardında, çok daha sert bir gerçek var:
Teknolojiyi var eden hammaddelere duyulan bitmek bilmez açlık!
O hammaddelere sahip olan ülkeler ya da bu zenginliklerin taşındığı yolların tam ortasında duran coğrafyalar… İşte bugün dünyanın bütün gözleri onların üzerinde!
Ve bilin ki; bu topraklar, bu ticaret yolları, küresel güçlerin en iştah kabartan stratejik hedefleridir.
Bir kez o hedef listelerine girdiniz mi, adınız artık uzun vadeli planların içine kazınır.
O planlar bazen diplomasi kılıfına bürünür, bazen yardım adıyla kapınıza gelir,
ama her seferinde binbir türlü şeytanlıkla gelir.
Unutmayın: Ne ad verirlerse versinler, nihai hedef hep aynıdır:
O topraklara hükmetmek, o toprakların geleceğini sizden almak!
Ve bir gerçeği asla unutmamak gerekir:
Kendi toprağını korumayan bir millet, bir gün kendi evinde misafir olur.
Bu yüzden… Çocuklarımıza yalnızca yaşadıkları coğrafyanın adını değil; o coğrafyanın siyasi, ekonomik ve savunma stratejilerindeki yerini de öğretmeliyiz!
Tarihi anlatırken, sadece hangi savaşın, ne zaman ve nerede yaşandığını değil; neden yaşandığını da anlatmalıyız. Çünkü sebepler bilinirse, felaketler önlenebilir.
Üzerinde yaşadığı toprağın, dünya ekonomisi ve siyaseti için stratejik bir anahtar olduğunu bilen bir millet, asla gaflete düşmez!
Bunu çocuklarımıza daha küçük yaşlardan itibaren defalarca, bıkmadan, usanmadan anlatmalıyız.
Çünkü uyanık olmak, var olmanın ilk şartıdır!
Ve unutmayın: Uyanık olmayan milletler, başkalarının rüyasını görür!
Biz, Bulgaristan Türkleri olarak bu gerçeği en ağır bedellerle öğrendik.
Adımızı, dilimizi, inancımızı, kimliğimizi silmek isteyenlere karşı;
Rodoplar’da, Deliorman’da, Dobruca’da, Tuna boylarında hep aynı sözle direndik:
“Biz buradayız, vardık, varız ve var olmaya devam edeceğiz!”
Ve biliyoruz ki… Eğer bugün ayağa kalkmazsak, yarın bizim çocuklarımız da aynı zulmün hikâyesini kendi evlatlarına anlatmak zorunda kalacak.
Bu kez ya ayağa kalkacağız, ya da tarih bizi affetmeyecek!
Artık vatan dediğimiz şey, yalnızca üzerinde yürüdüğümüz kara parçaları değildir.
Vatan; denizlerdeki ve deniz altındaki saklı hazinelerimizdir.
Vatan; gökyüzüdür, ufuk çizgisinin ötesine uzanan mavi derinliktir.
Ve unutmayın: Vatan, sadece görünen değil; görünmeyen ufuklardır!
Bugün, uzay bile yeni bir savaş alanına dönüşmüştür.
Gökyüzüne bakan çocuklarımızın hayalleriyle birlikte, o gökyüzünün güvenliği de artık korunmak zorundadır.
Biz, çocuklarımıza bu gerçeği artık masallarla değil; acı, ama değişmez hakikatlerle öğretmeliyiz.
Çünkü dünya değişti…
Bugün, sınır komşusu bile olmayan ülkeler, binlerce kilometre ötede savaş başlatabiliyorsa;
artık savaş, yalnızca toprak sınırlarında değil, çıkarın olduğu her yerde patlayabilir.
Ve şunu asla unutmayın: Bu gerçeği görmezden gelen milletler, bir sabah uyandıklarında kendi göklerinde yabancı bayrakların gölgesini görürler.
O hâlde soruyorum: Türkiye Cumhuriyeti yeni dünya düzenine hazır mı?
Türkiye, bu değişen düzeni doğru okuyup, tehlike kapıya dayanmadan önce önden hamle yapabilecek kudrete ve stratejiye sahip mi?
Yoksa yine başkalarının yazdığı senaryolarda figüran olmayı mı bekleyeceğiz?
Cevap nettir: Türkiye artık figüran değildir! Evet… Umutla, sevinçle, gururla söylüyoruz ki:
Türkiye, kartların yeniden karıldığı bu yeni dünya düzeninde yalnızca seyirci olmamış; kısa sürede masanın başına geçmiş, kural koyucu olmuştur.
Bugün Türkiye, sahada yalnızca bir oyuncu değil; oyunun rotasını çizen, dengeleri değiştiren, masaya damgasını vuran bir güçtür.
Üç tarafı denizlerle çevrili eşsiz jeostratejik konumu, aktif ve dengeli diplomasisiyle Türkiye;
Avrasya’nın ve Türkistan’ın kalbi konumundadır.
Sıcak çatışmalarda gerektiğinde dimdik duran; gereksiz gerginlikten uzak duran…
Masada aklıyla, sahada cesaretiyle konuşan bir ülke artık Türkiye!
Son yıllarda savunma sanayisinde elde ettiği yerli ve millî başarılarla, Türkiye sadece bölgesinde değil, küresel ölçekte hesaba katılan bir güç hâline gelmiştir.
Dengeli… Sessiz ama derinden ilerleyen…
Gerektiğinde yıldırım gibi vuran bir güç…
Her senaryoya hazırlıklı, kararlılıkla yürüyen bir Türkiye…
İşte bu tablo, sadece bizleri değil; Balkanlardan Orta Asya’ya, Kafkaslardan Avrupa’ya kadar dünyanın dört bir yanındaki bütün Türkleri gururlandırıyor.
Ve herkes bilmelidir ki: Türkiye’nin gücü, yalnızca Türkiye’nin değil; onun dışında yaşayan bütün Türklerin de umudu, dayanağı ve teminatıdır!
Ve altını kalın çizgilerle belirtmek isterim ki; bu anlattıklarım yalnızca Türkiye’nin hikâyesi değildir…
Bu, Bulgaristan’ın da, Balkanlar’ın da, Avrupa’nın dört bir yanındaki Türklerin de ortak kaderinin hikayesidir. Çünkü Türkiye’nin gücü, sadece kendi sınırlarının içinde sıkışmış bir kudret değildir.
Türkiye’nin gücü; sınırların ötesine taşan, dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın bütün Türklerin yüreğine cesaret ve umut veren bir kudrettir! Türkiye, özellikle son yıllarda Afrika’da attığı cesur ve stratejik adımlarla, uzak görünen kıtaları gönül mesafesine indirmiştir.
- Diplomasi: En üst düzey ziyaretlerle dostluk köprüleri kuruldu, diplomatik ağlar genişletildi.
- Ekonomi ve Ticaret: Kazan–kazan esasına dayalı kalıcı ortaklıklarla yeni ufuklar açıldı.
- Güvenlik ve Savunma: Ortak güvenlik vizyonuyla, askeri iş birlikleri ve stratejik ittifaklar geliştirildi.
- Eğitim, Kültür ve İnsani Yardım: Maddi yardımların ötesinde, gönüllere dokunan manevi bağlar inşa edildi.
Ve en önemlisi; Türkiye, Afrika’nın sorunlarına samimi, adil ve kalıcı çözümler üretmeye çalıştı. Çünkü biliyoruz ki: Gerçek dostluk, zor zamanda yan yana durabilmektir.
Bugün hâlâ bazıları soruyor: “Ne işimiz var Afrika’da?” Ama biz de soruyoruz: Peki, diğer ülkelerin bizim yanı başımızda, topraklarımızın çevresinde ne işi var?
Amerika’nın Ukrayna’da, Afganistan’da, Irak’ta, Suriye’de ne işi varsa…
Fransa’nın Afrika’da sömürge mirasıyla kurduğu üslerin sebebi neyse…
Çin’in altyapı projeleriyle kıtaya yayılma arzusu neyse…
Türkiye’nin Afrika’daki ve diğer bölgelerdeki varlığı da bizim için o kadar hayati, o kadar stratejik, o kadar geleceğe yön veren bir zorunluluktur.
Bu mesele, sadece uzak bir kıtanın meselesi değildir. Bu mesele, küresel dengelerde sözümüzü geçirme, masada olmak mı yoksa menüye konmak mı meselesidir! Ve unutmayalım… Türkiye bugün sadece bölgesel değil, tarihsel bağlarının gücüyle çok boyutlu bir dış politika yürütüyor.
Artık Türk Cumhuriyetleri ile kurulan ilişkiler yalnızca kardeşlik söylemleriyle değil; ortak gelecek vizyonuyla güçleniyor. Çünkü biliyoruz ki:
“Türk Dünyası’nda birlik olmadan, küresel güç olamayız!”
Bu anlayışla; Türk Devletleri Teşkilatı, 2040 vizyonu çerçevesinde:
- Ekonomik entegrasyon ile ortak pazarlar oluşturuyor,
- Ortak dijital altyapı ile teknoloji çağında bağımsız bir gelecek inşa ediyor,
- Gençlik iş birliği ile yarınımızın teminatını aynı ideale hazırlıyor,
- Ortak savunma adımlarıyla güvenlikte tek yürek, tek bilek oluyor.
Ve bu vizyonun mimarı, stratejik aklı, kalbi ve iradesi Türkiye’dir. Türkiye, bu teşkilatın yalnızca lokomotifi değil; gölgesinde herkesin huzur bulduğu büyük bir şemsiyedir.
Unutmayın… Çok yakında bu şemsiyenin altına yalnızca Türkler değil; adalet arayan, güven arayan, dostluk arayan pek çok farklı millet de sığınacaktır. Çünkü Türkiye’nin gücü artık sadece Türk’e değil, dünyada umuda susamış tüm insanlığa nefes olmaktadır.
NATO, bugün çok iyi biliyor ki; Türkiye’nin askeri gücü ve caydırıcılığı olmadan, bu coğrafyada tek bir adım atamaz. Zaman zaman gerginlikler yaşansa da gerçek değişmez:
Avrupa Türkiye’den, Türkiye Avrupa’dan vazgeçemez.
Bu, yalnızca bir tercih değil; zorunlu bir stratejik ortaklığın çıplak gerçeğidir.
İngiltere ile geçmişten bugüne uzanan güven ve savunma ittifakı hâlâ dimdik ayakta durmaktadır.
Ve buradan bir kez daha hatırlatalım:
Kendimizi ve geçmişimizi bilmeden, geleceğe dair güvenli hiçbir plan yapamayız.
Bir milletin kaderini belirleyen sadece bugünkü silahı, ordusu ya da ekonomisi değildir.
Asıl gücümüz; geçmişin zaferlerinden aldığımız ilham, yenilgilerden çıkardığımız derslerdir.
Unutmayın, savaşta da barışta da…
Bizim tecrübemiz, bizim hafızamız, bizim irademiz; yarınımızın kaderini çizecektir.
Ve buradan herkese uyarıyoruz: Türkiye’nin tarihinden aldığı dersleri küçümseyen, onun hafızasını yok sayan, sadece bugünkü tabloya bakanlar yanılır. Çünkü Türk milleti, en karanlık anlarında bile küllerinden doğmayı bilmiştir. Ve eğer bir gün bu toprakların geleceği yeniden yazılacaksa, bilin ki o geleceğin mürekkebi yine Türk’ün iradesiyle, Türk’ün mücadelesiyle yazılacaktır.
Ve unutmayın… Türk Dünyası birleşmeden, İslam Dünyası ayağa kalkamaz! Türk birliği, yalnızca bir hayal değil; ümmetin yeniden dirilişinin, adaletin yeniden yükselişinin tek anahtarıdır.
Biliyorum yoruldunuz… Ama dedelerimizin, nenelerimizin çektikleri yanında bu yorgunluk hiçtir! Onlar aç kaldı, sürgün edildi; biz sadece oturarak dinliyoruz. O yüzden biraz gayret..
Şimdi Bulgaristan gerçeğine dönmek istiyorum.
14. yüzyılda Osmanlı, Balkan topraklarına sadece kılıcıyla gelmedi…
Buraya adaletin, düzenin ve kalıcı bir medeniyetin nefesini taşıdı.
Osmanlı, fethettiği bu topraklarda sadece hükmetmedi, yurt kurdu.
İskân stratejisiyle Anadolu’nun bağrından binlerce Türk ailesi; umutlarını, dualarını ve emeklerini yanına alarak Balkanlara göç etti.
Her biri bir fidan gibi dikildi bu topraklara… Ve o fidanlar, Rodopların eteklerinde, Dobruca’nın ovalarında, Tuna boylarında kök salarak koca çınarlara dönüştü. O gün; Edirne’den Kırcaali’ye, Balkan dağlarının geçitlerinden Tuna nehri kıyılarına kadar Türk yurdu kuruldu. Bu coğrafya, sadece taş ve topraktan ibaret değildi artık; alın teriyle, gözyaşıyla, kanla yoğrulmuş bir vatan olmuştu.
Osmanlı hâkimiyetinde Bulgarlar ve Türkler yüzyıllar boyunca eşit bir denge içinde yaşadılar.
Aynı pazarlarda alışveriş ettiler… Aynı sokaklardan yürüdüler…
Aynı çeşmeden kana kana su içtiler… Aynı gökyüzüne bakıp, aynı dualara “âmin” dediler.
Bu topraklar bir zamanlar, komşuluğun güven kadar kıymetli, dostluğun ekmek kadar bereketli olduğu yerlerdi. Ama unutmayın! O gün kardeşçe paylaşılan sokaklar, yarın kinle bölünmüş birer sınır çizgisine dönüşebildi. Çünkü tarih bize defalarca gösterdi:
Medeniyet kurmak zordur, ama gafletle kaybetmek bir anlık ihmale bakar.
Ve işte biz, o geçmişin hem mirasçıları hem de emanetçileriyiz.
Ta ki… 1789 Fransız İhtilali’nin “özgürlük” sloganlarıyla körüklediği milliyetçilik ateşi, yüzyılların barışını adım adım yakana kadar…
Ne acıdır ki, o gün Balkanlardan yükselen bu ateş, bugün yeniden –hem de Avrupa’nın dört bir yanında– alev alev yanmaktadır. Unutmayın! Avrupa’yı asıl yıkacak olan dışarıdan gelen tehlike değil; kendi içinden büyüyen o milliyetçi–ırkçı yangındır.
Tarihin bu gerçeğini görmek istemeyenler, kendi sonunu kendi elleriyle hazırlamaktadır.
14.yüzyıldan 1877’ye kadar nüfus çoğunluğu Türk olan Bulgaristan’da, bu tarihten sonra her şey değişti. Sosyolojik denge bozuldu… Yüzyıllardır kök salmış Türk nüfusu; zorunlu göçler, ağır baskılar ve kanlı katliamlarla adım adım eritildi.
Ama unutmayın! Giden sadece insanlar değildi… Giden; asırlık komşuluklardı, yüzyıllık hatıralardı…
Silinen izlerdi, susturulan türkülerdi, kapanan kapılardı, yetim kalan minarelerdi.
Her göç kervanı, sadece bir halkın değil, aynı zamanda bir medeniyetin yaralarını taşıdı.
Ve bu yaralar, hâlâ kapanmadı. O yüzden soruyorum: Eğer biz bugünü doğru okumaz, geçmişi doğru anlatmazsak; yarın bir kez daha aynı ateşin içinde yanmaya mahkûm olmayacak mıyız?
1877–1908 Bulgaristan Prensliği Dönemi – Daha 1874 yılında bu toprakların yüzde 60’ını Türkler işliyordu. Tarlalar, çiftlikler, bağlar, vakıflar… Hepsi Türk’ün alın teriyle yoğrulmuştu. Ama bir gecede çoğunluk olan biz Türkler, azınlık durumuna düşürüldük.
1877–78 Osmanlı–Rus Savaşı kaybedildiğinde, zayıflamış bir imparatorluğun üzerine kara bir bulut gibi çöktü… Ve o bulut yağmur değil; göç, kan, gözyaşı ve ateş yağdırdı Türk halkının üzerine.
Tam 1 milyon 250 bin Türk, yüzyıllardır yaşadığı evlerinden, köylerinden sökülüp göçe zorlandı.
Yollara düşenlerin 400 binden fazlası geri dönemedi; kılıç darbeleriyle, açlıkla, dondurucu soğukla, salgın hastalıklarla can verdi.
Bu ölümler yalnızca can kaybı değil, bir milletin hafızasına kazınmış kara bir matemdi.
Türklerin neyi varsa yağmalandı… Tarlalarımız, evlerimiz, dükkânlarımız…
Asırlık vakıf mallarımız gasp edildi – ki bugün hâlâ çoğu iade edilmedi!
Rus yönetimi, Türk mülklerine el koymayı yalnızca görmezden gelmedi, Bulgar köylülerini buna teşvik etti. Türkleri göçe zorlayan bu zulüm, planlı ve sistematikti.
Ayastefanos ve Berlin Antlaşmaları’nda “geri dönüş hakkı” yazıyordu.
Ama bu kâğıt üzerindeki vaat, Türkler için hiçbir şey ifade etmedi.
Çünkü kasıtlı engeller çıkarıldı; dönmek isteyenlerin yolları kapatıldı.
Hatta ilanlarla tehdit edildi: “Geri dönerseniz tutuklanacak, mahkemeye verileceksiniz” denildi.
Ve işte böylece… Yüzyıllardır bu topraklarda çoğunluk olan Türkler, ilk kez azınlık haline getirildi.
Bu yalnızca demografik bir değişim değil; tarihimizin en kara kırılma noktalarından biri oldu.
2 Ağustos 1878… Rus Askerî Yönetimi’nin yayımladığı kararnameye şu cümle kazındı:
“Yağma ve yerli halka karşı olaylara karışmış olup kaçan Türkler, geri dönerse tutuklanacak ve askeri mahkemeye sevk edilecektir.”
Bu sadece kuru bir karar satırı değildi… Bu, “Geri gelmeyin!” demekti.
Bu, memleket hasretiyle yanan gönüllere çekilmiş demir bir perdeydi.
Göç yollarında aç susuz sürüklenen yüz binlerce Türk’e verilen soğuk bir gözdağıydı.
Ve o perde… Aradan geçen yüz yıldan fazla zamana rağmen hâlâ tam anlamıyla aralanmadı.
Böylece…
Yüzyıllardır bu toprakların çoğunluğu olan Türkler, bir gecede azınlık hâline getirildi.
Berlin Antlaşması ile Bulgar Prensliği’ne “özerklik” verildi ama bu, özgürlük değil;
Rusya’nın Balkanlar’daki uydusu olmanın resmileşmiş hâliydi.
Artık bu coğrafyada dengeler, İstanbul’da değil, Petersburg’dan gelen emirlerle şekilleniyordu.
Ve Türkler…
Yüzyıllardır çoğunluk oldukları bu topraklarda, artık Bulgar Prensliği’nin insafına terk edilmişti.
Savaşın yarattığı göç dalgası, en ağır darbeyi liderlere vurdu.
Zenginler, aydınlar, kanaat önderleri çareyi Anadolu’ya göçte buldu.
Geride ise yoksul, eğitimsiz, sahipsiz bir Türk köylüsü kaldı.
Lidersiz, örgütsüz, korumasız… Ve biliyoruz ki:
Lideri olmayan bir millet, rüzgârın önündeki yaprak gibidir — savrulur, dağılır, yok olur.
Bugün dünyada gördüğümüz gerçek de budur. Lidersiz bırakıldığımızda kaybettik, ama Türkiye liderini bulduğunda dünyada söz sahibi oldu.
Bu topraklarda da aynı gerçek geçerli: Ya kendi liderimizi çıkarıp ayağa kalkacağız…
Ya da başkalarının yazdığı kaderi seyretmek zorunda kalacağız. Osmanlı’nın son yıllarındaki zayıflığından faydalanan Bulgar Prensliği, fırsatı kaçırmadı.
1908’de bağımsızlığını ilan ederek krallık sistemine geçti.
Ve böylece… Bulgaristan Türkleri için daha karanlık, daha ağır, daha acımasız bir dönem başladı.
Artık mesele sadece yönetim değişikliği değildi; mesele, bir milletin varlığına kasteden sistemli bir sürecin başlamasıydı.
O andan itibaren baskılar yalnızca artmakla kalmadı; Türklerin kimliği, dili, inancı hedef alındı. Bir milletin köklerini kurutmayı, tarihini silmeyi, hafızasını yok etmeyi amaçlayan organize bir asimilasyon dönemi başladı. Artık Türk olmak, sadece kimlik meselesi değil; hayatta kalma mücadelesiydi.
Çünkü biliyoruz ki: Bir milleti yok etmenin en acımasız yolu, onun adını, dilini ve inancını unutturmaktır.
Ve işte 1908 sonrası Bulgaristan’da Türklerin yaşadığı tam olarak buydu.
1908 – 1944 Krallık Dönemi
Osmanlı, 1909’da Bulgar devletini resmen tanıdı.
Ama bu tanıma, Bulgaristan Türkleri için ne huzur getirdi, ne de eşitlik…
Birinci Dünya Savaşı’ndan mağlup çıkan Bulgaristan, 27 Kasım 1919’da Neuilly Barış Antlaşması’nı imzaladı.
Kâğıt üzerinde bu anlaşma, azınlıklara büyük haklar tanıyordu:
- Din, dil, ırk ayrımı yapılmayacaktı,
- Eşit vatandaşlık sağlanacaktı,
- Kendi okullarını, dini ve sosyal kurumlarını açabileceklerdi,
- Kendi dillerini serbestçe kullanabileceklerdi,
- Devlet bütçesinden bu kurumlara maddi destek sağlanacaktı.
Kulağa neredeyse bir eşitlik anayasası gibi geliyordu…
Ama Balkanların acı gerçeğini unutmayalım:
Yazılan ile yaşanan, hiçbir zaman aynı olmadı!
Stratejik Kayıplar
Neuilly’nin bir başka sonucu, Bulgaristan’ın stratejik bölgelerini kaybetmesi oldu.
Ege Denizi’ne açılan kapısı kapandı; Dedeağaç ve Gümülcine elden çıktı.
Amaç açıktı:
Bulgaristan’ın jeostratejik gücünü kırmak, onu bir büyük güçler oyuncağı hâline getirmekti.
Türkler İçin Doğan Umutlar
Antlaşma sonrası krallık yönetimi büyük krizlere sürüklendi.
Ve bu krizin en ağır faturasını, azınlıklara eşit yaklaşan Başbakan Aleksandr Stamboliyski ödedi.
Türk dostu Stamboliyski, 1923’te kendi halkı tarafından vahşice katledildi.
Oysa o, Türk köylüsüne şöyle seslenmişti: “Gelin, bu ülkeyi birlikte yönetelim!”
Dedelerimizin tamamı onun partisine üye olmuştu. Türk çocukları ilk kez düzenli olarak okula gidebilmişti. Okullara tarlalar tahsis edilmiş, Nüvap Okulu açılmış, dernekler kurulmuş, Turan spor kulüpleri birer birer çoğalmıştı. Ve 1929’da Sofya’da Bulgaristan Türklerinin ilk Milli Kongresi düzenlenmişti. Bugün Bulgaristan’da 35 yıldır demokraside bir milli kongre yapılamadı…
Bir Altın Çağ, Bir Kırık Umut
İşte o dönem, Bulgaristan Türkleri için bir altın çağ gibiydi. Türkler yalnızca yaşayan değil; üreten, öğreten, yön veren bir millet olduklarını bir kez daha kanıtlamıştı.
Ama bu umut uzun sürmedi…
1934 darbesi, Bulgaristan’a demokrasi değil, baskı ve zulmün kara gölgesini getirdi.
Okullar kapatıldı, dernekler dağıtıldı, Türklerin sesi yeniden kısılmak istendi.
Ve anladık ki;
Balkanlarda Türk’e verilen her hak, bir gün mutlaka geri alınmak üzere veriliyordu.
Biliyorum sizlerde yoruldunuz…
Ama eğer biz burada biraz yorgunluktan kaçarsak, çocuklarımız yarın çok daha ağır bedeller ödeyecek. Biraz gayret çünkü bu gayret gerçekleri ve geleceğimizi kurtarma imkanımız olacaktır.
1944 – 1989 Komünist Dönem
1945’te komünist rejim, Türk varlığının üzerine beton dökmek istedi.
Amaç açıktı: Bu topraklardan Türk’ün adını, dilini, hatırasını kazıyıp atmak!
1947’de elimizde kalan son kale — Nüvap Okulu — da kapatıldı.
Türkçe dersler önce üçte bire indirildi, ardından tamamen yasaklandı.
Çocuklarımız; kendi dilinde şarkı söyleyemez, kendi alfabesinde okuyamaz, kendi tarihini öğrenemez hale getirildi.
Türk ve Bulgar okulları zorla birleştirildi.
Bir milletin geleceği olan çocuklarımız, asimilasyonun karanlık laboratuvarına hapsedildi.
Artık mesele sadece eğitim değil; kimliğimizin köküne inen bir savaş başlatılmıştı.
Köylerde Türkçe konuşmak bile suç sayılmaya başladı.
İsimlerimiz değiştirildi, mezar taşlarımız kırıldı, camilerimiz kapatıldı.
Bütün bir millet, kendi vatanında yabancılaştırılmak istendi.
Ama unuttukları bir şey vardı: Türk, toprağa gömülse bile kökünden yeniden filizlenir!
Ve sonra…
1972’den 1984’e kadar bir milletin kimliğiyle oynandı. İsimlerimiz zorla değiştirildi.
Analarımızın beşik başında fısıldayarak verdiği o mübarek adlar, kâğıtlardan silindi.
Mezar taşlarımız kırıldı; ölülerimiz bile rahat bırakılmadı.
Binlerce insan, Belene zindanlarında çürütüldü. Kimimiz işkencelerden döndüğümüzde tanınmaz haldeydik… Kimimiz bir daha hiç dönemedik. Babalar evlatsız, evlatlar babasız, ocaklar ışıksız kaldı.
Ama unuttukları bir şey vardı:
Her zulmün karşısında, kimliğini canı pahasına koruyacak bir Türk vardır!
Ve o Türk, kökünü toprağından söktürmez.
Adını teslim etmez. Dilini susturmaz. İmanını asla terk etmez!
Çünkü biz biliriz: Bir milletin adı, mezar taşında değil; yüreğinde yaşar.
Ve o yürek attığı sürece, Türk var olmaya devam eder!
1989 – 2025 “Demokratik” Dönem
1989’da kadınlarımızın cesaretle attığı o ilk adım, komünizmin paslı zincirlerini parçalayan kıvılcım oldu. O kıvılcım, kısa sürede bütün Bulgaristan’ı sardı, rejimin duvarlarını yerle bir etti.
Sadece üç ay içinde, 360.000 Türk Türkiye’ye, binlercesi Avrupa’ya göç etmek zorunda kaldı.
Ama unutmayalım: Bu bir kaçış değildi!
Bu, “Bizi yok sayamazsınız!” diyen bir milletin gökyüzüne yükselen haykırışıydı.
Fakat ne acıdır ki… Çok geçmeden umut yerini derin bir hayal kırıklığına bıraktı.
“Demokrasi” dediler, sahneye sözde bir Türk partisi çıkardılar: HÖH/DPS.
Kurucularının gerçek kimliği hâlâ sisler ardında…
Türk’ün oyunu topladılar, sonra gidip eski komünistlerin sofrasına oturdular.
Bulgaristan siyasetinde bir “joker”e dönüştüler: Kimin işine yararsa, onun elinde oynayan bir kart!
Ve bugün…
Türk’ün sesi olması gereken o partinin başında, Türklükle en küçük bağı bile olmayan bir Bulgar var: Delyan Peevski.
Artık maske düşmüş, gerçek yüz ortaya çıkmıştır.
Bir milletin umutları, iradesi, geleceği satılığa çıkarılmıştır.
Bize ait olan kürsülerden, bize ait olmayan sözler yükselmektedir.
Ve biz hâlâ susuyoruz…
Ama bilinsin ki:
Tarih, suskun halkları değil; hakkı için ayağa kalkanları yazar!
Ve o gün geldiğinde, bu sahte oyunların hepsi tek hamlede bozulacaktır.
Şimdi, gelin bugünden yarına, geleceğimiz için birkaç kelam edelim…
Yoruldunuz biliyorum… Ama unutmayın: Tarih uyuyanı değil, uyanık kalanları yazar!
2025 ve Sonrası…
Ya Uyanacağız, Ya Unutulacağız!
Bugün 5 Eylül 2025…
Sözde 35 yıldır “demokrasideyiz” deniyor ama hâlâ bir tane bile Türkçe okul açamadık!
Radyo yok… Televizyon yok… Gazete yok… Dergi yok… Bu, basit bir eksiklik değildir. Bu; hafızamızın, kimliğimizin ve varlığımızın planlı şekilde silinmesidir.
Avrupa’daki Soydaşlarımıza Çağrı
Avrupa’da yaşayan Bulgaristan vatandaşları!
Bilin ki Bulgaristan’ın yönetimini ancak siz değiştirebilirsiniz.
Unutmayın: Artık oylarınız kurşun kadar güçlüdür. Bu dönemin kurşunu, sizin oyunuzdur!
Oyunuzu, sizi defalarca satanlara değil; eşit hakları savunacak, adalet getirecek partilere verin. Irka, renge, ideolojiye bakmayın; hakkınızı teslim edecek olanlara bakın!
Çünkü bir millet; dilini, kültürünü, tarihini korumuyorsa…
Önce hafızası ölür, sonra kendisi!
Suskunluğun Bedeli
O yüzden diyorum ki:
- Bu sessizlik bize mezar olur.
- Bu ilgisizlik bize kefen olur.
- Bu gaflet bize tarih olur… Ama gelecek asla olmaz!
Biliyoruz ki: Medyası olmayan bir halk, kendini savunamaz.
Medyası olmayan bir halk, örfünü unutur, dilini kaybeder ve sonunda kendi olmayı bırakır.
Maskelerin Düştüğü Gün
Bugün, “temsil” varmış gibi yapılıyor.
Ama irade halkın değil; protokollerin, koltuk sevdalılarının ve lider tabelası taşıyan kuklaların elinde!
Ve artık bu tiyatro bitti!
Türk’ün hakkını savunması gereken sözde “Türk” partisinin başına bir Bulgar geçti.
Ama kimseden tek bir ses çıkmadı! Ne öfke… Ne itiraz… Ne hesap sorma…
Bu bir şaka değil! Bu, acı, çıplak ve utanç verici bir gerçeğin ta kendisi!
Tarih Bizi Affetmeyecek!
Eğer bugün bu ihanete sessiz kalırsak… Yarın adımızı sadece tarih kitaplarında bulacağız.
Ama “kahraman millet” olarak değil… “Kaybolan Halklar” sayfasında!
Artık Bilinsin: Susarsak, Kaybederiz!
Bugün susarsak, yarın adımız bile kalmayacak!
Çünkü bu topraklarda var olmak sadece nefes almak değildir.
Var olmak; dilini yaşatmak, kültürünü korumak, inancını savunmak, onurunu dimdik taşımaktır.
Biz bu topraklara misafir olarak gelmedik…
Biz bu toprakları kanımızla, alın terimizle, gözyaşımızla yurt yaptık!
Her taşında, her yolunda, her fabrikasında, her köprüsünde, her okulunda, her mezar taşında bizim izimiz, bizim emeğimiz vardır.
Ve bu izleri silmek isteyenlere karşı susmak; sadece bir hata değil, açık bir ihanettir!
Sessizlik, Suç Ortaklığıdır
Bu ihanete karşı susan da, yapan kadar suçludur! Sessizlik, zalim için ekmek, mazlum için zincirdir.
Bugün irademizi teslim edenler, yarın çocuklarımızın geleceğini teslim ederler.
O yüzden artık ne kukla liderlere, ne satın alınmış kalemlere, ne de halkı uyutan masallara tahammülümüz kalmadı!
Ya Şerefimizle Direniriz, Ya da Tarihten Siliniriz!
Artık uyanın! Ya şerefimizle direniriz… Ya da tarihten siliniriz!
Biz gerçek temsil, gerçek hizmet, gerçek samimiyet istiyoruz!
Biz sırtını lidere değil, halkına ve Hakk’a dayayan; hakkı için bedel ödemiş, susturulamayan, satın alınamayan yiğit liderler istiyoruz!
Türk Var Olursa, Bulgaristan da Var Olur
Unutmayın: Bulgaristan’ın geleceği, Türk’ün varlığına bağlıdır.
Türk ayağa kalkarsa, Bulgaristan da ayağa kalkar!
Ama Türk susturulursa…
Bulgaristan karanlığa gömülür, adım adım yok oluşa sürüklenir.
Ve bilin ki: O karanlık çöktüğünde bundan en çok Bulgaristan’ın kendisi zarar görecektir.
2025 ve Sonrası… Ya Uyanacağız, Ya Unutulacağız!
Önümüzde Eylül sonu, Ekim ayları… Büyük bir kırılma kapıda!
Siyasetten umudunu kesmiş halk artık hakkını sandıkta değil, sokakta aramaya hazırlanıyor.
Mitingler, yürüyüşler, protestolar…
Meydanlarda atılan sloganlar, sadece öfkenin değil; yıllardır bastırılmış çığlıkların yankısıdır!
Halkın sabır taşı çatladı! Öfke, dalga dalga büyüyor…
Ve bu öfke sadece meydanları değil, Bulgaristan’ın siyasi dengelerini de kökten sarsacak.
Artık kimse halkın iradesini susturamaz, kimse bu uyanışı durduramaz!
Tüm Bulgaristan Türklerine Sesleniyorum
Avrupa’da, Türkiye’de, Amerika’da, dünyanın neresinde olursanız olun…
Bulgaristan kimliğiniz, cebinizdeki pasaporttan ibaret değildir.
O kimlik, atalarınızın size bıraktığı en kutsal emanetin adıdır.
O emanet; dilinizdir, kültürünüzdür, mezar taşlarınızdır!
Seçim günü geldiğinde, hangi şehirde olursanız olun, sandığa gidin!
Oyunuzu verin, iradenizi gösterin!
Çünkü siz oy vermezseniz, başkaları sizin adınıza konuşur; sizin yerinize karar verir!
Unutmayın:
Bir milletin yok oluşu, savaş meydanında değil; sandık başındaki ilgisizliğinde başlar!
Gerçek Lider Aranıyor
Bu kez ya kendi geleceğimizi biz yazacağız, Ya da başkalarının yazdığı karanlık senaryoda figüran olacağız! Halk artık gerçek lider arıyor!
Gerçek lider; halkın isteğiyle çıkan, toplumu kucaklayandır.
Satın alınmayan, susturulamayan…
Milleti için bedel ödemiş… Sözü ile eylemi bir, üretken, samimi ve dürüst lider!
Halk; proje istiyor, hizmet istiyor, güven istiyor.
Halk; hesap soran değil, halkına hesap veren siyasetçi istiyor.
Halk; vatandaş arasında ayrım istemiyor.
Herkesin hakkının, onurunun ve geleceğinin eşit olmasını istiyor.
Çünkü biliyor ki: Adalet, eşitlik ve samimiyet olmadan gelecek kurulmaz!
Ve bu kez, sandığa yalnızca oy değil; geleceğimiz girecek!
Türkler Ne Yapmalı?
Artık sadece bir partiye mecbur değiliz, olmamalıyız!
Bugün sözde “Türk” partisinin başında;
Türkiye’ye girişi yasaklanmış, Amerika’yı dolandırmış bir Bulgar oligark oturuyor!
Bu nasıl bir çelişki? Bu nasıl bir utanç?
Bütün parti başkanları Bulgar ise… Artık Türk seçmen uyanmalı!
Kendi iradesine sahip çıkmalı! Kendi kaderine yön verecek adımı atmalı!
Oyunuzu, haklarınızı gerçekten temsil edecek, halkının onurunu savunacak adaylara verin!
Unutmayın:
Başkasının yazdığı senaryoda figüran değil, kendi geleceğimizin başrolü olmak zorundayız!
Gerçek Temsil, Gerçek Gelecek!
Biz yönetimde gerçek temsil istiyoruz! Artık seçilen kişilerden utanmak istemiyoruz!
Ama ne yazık ki, 35 yıldır o sözde “Türk” partisi yüzünden utanıyoruz.
Çünkü Türk’ten hırsız çıkmamıştı… Ama onlar bizim ismimizi kirlettiler!
Bizim alnımız yüzyıllar boyunca tertemizdi; “hırsız Türk” diye bir şey yoktu…
Ta ki bu sözde Türk partisi, o kapıyı açana kadar!
Biz artık yalnızca protokollerde alkış tutmak için var olmak istemiyoruz!
Biz; gerçek hizmet, gerçek samimiyet, gerçek cesaret istiyoruz!
Türk ya da Bulgar fark etmez…
Bu ülkeye hizmet edecek, Bulgaristan’ın çıkarlarını her şeyin üstünde tutacak insanlar istiyoruz.
Çünkü bu kez sandığa yalnızca oy değil; geleceğimiz girecek!
Gerçek Demokrasi İçin
Ve unutmayın: Bulgaristan’da gerçek demokrasi, Türkleri manipüle etmek için kurulmuş, birilerine hizmet eden sözde “Türk” partisinin tarih sahnesinden silinmesiyle başlayacaktır!
Bulgar partileri, Türk bölgelerinden liyakatli, güvenilir, halkın içinden çıkan Türk adayları seçilebilecek sıralardan göstermek zorundadır.
Aksi halde; tüm seçimler yalnızca bir vitrin olur… tüm vaatler yalnızca bir tiyatro olur… tüm sözler yalnızca bir göstermelik olmaya devam eder!
Unutmayalım:
Halkını temsil etmeyen, halka ihanet eder! Ve biz artık ihanetin değil, hakkın tarafındayız!
Türk’süz Bir Gelecek Olmaz
Bulgaristan’da gelecek adaletle kurulacaksa, o kapı Türk’le açılacaktır!
Artık mesele sadece “birlikte yaşamak” değildir; mesele, adil, eşit ve onurlu yaşamak zorunluluğudur!
Çünkü Bulgaristan ancak Türk halkıyla birlikte yükselebilir.
Türk’ün omzu olmadan bu ülkenin temeli tamamlanmaz…
Türk’ün nefesi olmadan bu topraklara can gelmez!
Ve bilin ki… Türk’süz bir gelecek, temeli olmayan bir ev gibidir. O ev, bir gün mutlaka yıkılır! Ayağa Kalkmazsak, Geleceğimizi Kaybederiz!
Ve unutmayın…
Bu topraklarda Türk ayağa kalkarsa, Bulgaristan da ayağa kalkar!
Bugün susan, yarın konuşamaz… Bugün hakkını aramayan, yarın hakkını bulamaz…
Bugün iradesine sahip çıkmayan, yarın vatanına sahip çıkamaz!
Artık beklemek yok… Artık kandırılmak yok…
Artık Türk’ün kendi kaderini kendi yazma zamanı!
Çünkü “Türk uyanırsa, adalet doğar!”
Türk, Bu Toprakların Sigortasıdır
Unutmayın: Bulgaristan’ın gerçek sigortası, bu topraklarda asırlardır dimdik duran; varlığını alın teriyle, kanıyla, duasıyla koruyan Türk milletidir.
Çünkü Bulgaristan ancak Türk halkıyla birlikte yükselebilir.
Türk’ün omzu olmadan bu ülkenin temeli tamamlanmaz…
Türk’ün nefesi olmadan bu topraklara can gelmez!
Bu kez ya ayağa kalkacağız, ya da tarih bizi affetmeyecek!
Unutulmasın!
Bugün Bulgarların “Bulgar” kalabilmesinde en büyük pay, Osmanlı’ya aittir.
Eğer Osmanlı olmasaydı; Bulgar’ın yarısı Yunanca, diğer yarısı Rusça ibadet ederdi.
Yani Bulgarlar çoktan Yunanlılaşır, Ruslaşırdı.
Ama Osmanlı, Bulgar kilisesine hak vererek onların varlığını kurtardı.
Bugün de Bulgaristan’da Türkler sigortadır! Bu sigortaya sahip çıkın!
Ve bilinsin ki: Bu sigorta sökülürse, tarih yeniden fırtınalar estirir.
Ve o fırtınada yalnızca Türk değil; Bulgaristan’ın yarını da savrulur, yok olur.
Biz Misafir Değiliz, Sahipleriyiz!
Ben Bulgaristan’da askerlik yaptım… 2 yıl 3 ay 7 gün! Bir gün silah attık, diğer günler tren yollarında çalıştık. Biz Türkler, Bulgaristan’ın tren yollarında, fabrikalarında, tarlalarında, köprülerinde, yollarında hep vardık!
Bu topraklara sadece gelmedik; kanımızla, emeğimizle, alın terimizle yurt yaptık!
Her köprüde, her okulda, her mezar taşında bizim izimiz var!
Ama eğer susarsak, geriye iz değil; yalnızca gölge kalır.
Son Çağrı
Artık ayağa kalkacağız! Çünkü Bulgaristan’da gerçek değişim, ancak Türklerin uyanışıyla başlayacak! Ve size açıkça söylüyorum:
Ayağa kalkmazsak… Yarın çocuklarımız yüzümüze bakarak şunu soracak:
“Siz neden sustunuz? Neden hakkınızı savunmadınız?”
O soruya cevap veremeyenler, sadece çocuklarının değil, tarihin de lanetini üzerinde taşıyacak!
Çünkü bu topraklarda suskun kalan, haksızlığa göz yuman; geleceğini kendi elleriyle mezara gömmüş demektir.
Teşekkür
Beni buraya davet eden Avrasya Vakfı Başkanı, saygıdeğer Fatma Aktaş Hanımefendi’ye teşekkür ediyorum. Misafirperverliğiyle Türk töresini yaşattığı, 30 yıldır Avrupa’nın göbeğinde Türk varlığına sahip çıktığı için kendilerini kutluyor, başarılarının devamını diliyorum.
Dinlediğiniz için sağ olun, var olun.
Saygılarımla.

Sofya’dan Bugüne: Bir Askerin Ruhu, Bir Milletin Sorumluluğu
Bir Kalbin Attığı Yer: Bayrampaşa’da Türk Dünyası
Türk Dünyası Medyasında Tarihi Buluşma: Kazakistan’dan Yükselen Ses
Türk Dünyasının İletişim ve Sanat Zirvesi Almatı’da Başlıyor!
Bulgaristan`da Aşırı Yüklü Kamyonlara Sensörlü Otomatik Ceza Sistemi Başladı
Turan Diyarlara Ayağı Kaldırmak
V. ULUSLARARASI TÜRK DÜNYASI İLETİŞİM VE SANAT SEMPOZYUMU BASIN BİLDİRİSİ
Töre: Kılıçtan Güçlü Bir Miras
Bulgaristan’da Şipka Tüneli İçin Tarih Verildi