Berna KAYA

Bir akşam telefonunuzu elinize aldığınızda, Instagram’da gezindiğinizi düşünün. Arkadaşlarınızdan biri Paris’te bir kafede kahve içerken bir fotoğraf paylaşmış. Diğeri sabah koşusunu tamamladığını gösteren bir hikâye yayınlamış. Tüm bunlar sizi biraz yetersiz mi hissettiriyor?

Belki o an aynı binada, hatta aynı odada oturduğunuz insanla bile konuşmaya başlamaktan çekiniyorsunuz. Çünkü onun hayatı bile sizin kadar “paylaşılır” görünmüyor olabilir.

Dijital dünya, bizden bir şeyler alıp yerine bambaşka bir gerçeklik sunuyor. Fiziksel mesafeler azaldı, ama duygusal mesafeler arttı. Sosyal medya sayesinde kilometrelerce uzaktaki dostlarımıza saniyeler içinde ulaşabiliyoruz. Ancak duygusal bağlarımız için aynı şeyi söylemek mümkün mü?

Ekranlarımız bizi yakınlaştırıyor gibi görünüyor ama aslında birbirimizden uzaklaştırıyor olabilir mi?

Bu noktada, MIT profesörü Sherry Turkle’ün şu tespitini hatırlamak gerekiyor:

“Teknoloji bizi yalnız olmaktan kurtardı, ama yalnız hissetmekten değil.”

Dijital dünyada hiç olmadığımız kadar “bağlıyız”, fakat duygusal anlamda hiç olmadığımız kadar kopuk olabiliriz.

Artık özlemek bile farklı bir hâl aldı.
Eskiden birini özlediğimizde, onunla yüz yüze görüşmek için sabırsızlanırdık. Şimdi ise birkaç tıklamayla profilini ziyaret ediyor, onun yeni paylaşımlarını izliyor ve “güncellenmiş” versiyonuna tanık oluyoruz. O kişiyi görmeden görmüş gibi olmak, özlemi bile sıradanlaştırıyor.

Sosyal Medyanın Sahnesinde Olmak

Sosyal medya, bir sahne gibi. Ve bu sahnede herkes en iyi halini göstermeye çalışıyor.

Filtreler, estetik düzenlemeler, kusursuz pozlar…
Gerçek hayatın doğal akışını kaybettik mi?

Bir sabah uyanıp kahvenizi aceleyle yudumladığınız, saçınızın dağınık olduğu, yorgun hissettiğiniz anları paylaşmıyorsunuz. Çünkü bu, sosyal medya standartlarına uymuyor.

Peki, bu standartlar nereden geliyor?

Sosyal medya platformlarının yarattığı ‘beğenilme’ baskısı, bireyleri özgünlükten uzaklaştırıyor. Herkes kendi hayatını bir sahneye taşıyor, kusursuz bir imaj sergilemeye çalışırken, kendi gerçekliğine yabancılaşıyor.

Bu ‘dijital maskeler’ yalnızca bizi değil, çevremizdekileri de etkiliyor. Başkalarının hayatı ne kadar kusursuz görünürse, kendi yaşamımız o kadar sıradan hissediliyor.

“Onlar nasıl bu kadar mutlu, ben neden değilim?” sorusu zihnimizde yankılanıyor. Oysa gerçekte kimse bu kadar mükemmel değil. Peki, bu mükemmeliyet yanılsaması, insan ilişkilerini nasıl etkiliyor?

Araştırmalar, insanların sosyal medyada gördükleri mükemmel hayatları gerçek sandıklarını ve bu durumun depresyon ile kaygıyı artırdığını ortaya koyuyor. Bu durum, Stanford Üniversitesi’nde ortaya atılan ‘Ördek Sendromu’ kavramıyla benzerlik gösteriyor; bireyler dışarıya mükemmel bir imaj yansıtırken, iç dünyalarında büyük bir baskı hissedebiliyorlar.

Çünkü gördüğümüz şey gerçeklik değil, bir kurgu.

Ama ironik bir şekilde, hepimiz aynı oyunun içindeyiz.

Başkalarının hayatlarına hayran olurken, başkaları da bizim “seçilmiş” anlarımıza hayran oluyor.

Dijital ilişkiler: Yüzeysellik ve Yakınlık Arayışı

Eskiden birini sevmek, onun gözlerine bakarak konuşmak, birlikte vakit geçirmek demekti.
Şimdi ise bir emoji göndererek sevgimizi ifade ediyoruz.

Bir kalp emojisi, gerçekten “seni seviyorum” demenin yerini tutabilir mi?

Dijitalleşme, ilişkilerimizi hızlandırdı, ama derinliğini azalttı.

Artık tartışmalarımız bile ekrandan yaşanıyor. Konuşuyoruz ama ses yok, yazıyoruz ama hissetmiyoruz. Böylece, iletişimimiz daha da yüzeysel hale geliyor.

Belki de bu yüzden bir anda “ghosting” yaparak (hiçbir açıklama olmadan iletişimi keserek) insanları hayatımızdan çıkarıyoruz.

Dijital dünya, sorumluluktan kaçmayı kolaylaştırıyor.

Tek bir dokunuşla birini engelleyebilir, bir ilişkiyi yok edebiliriz.

Daha kötüsü, ilişkiler artık performansa dönüşmüş durumda.

Sevgimizi göstermek için birlikte çekildiğimiz fotoğrafları paylaşmak zorundayız.

Bir ilişkide gerçekten mutlu olup olmadığımız değil, dışarıdan mutlu görünüp görünmediğimiz önemli hale geldi.

Ve belki de en trajik olanı:
Ne kadar çok paylaşım yaparsak, aslında o kadar çok yalnızlaşıyoruz.

Bu bir paradoks:
İnsanlar bağ kurmak için sosyal medyayı kullanıyor ama sonunda daha yalnız hissediyor.

Peki, bu döngüyü nasıl kırabiliriz?

Dijitalleşmenin faydalarını reddetmeden, onun sınırlarını anlamamız gerekiyor. İnsana özgü olan samimiyeti, dijital dünyanın hızına kurban etmemeliyiz. Gerçek bağlar kurabilmek için ekran yerine yüzlere dönmeliyiz.

Yapılan araştırmalara göre, insanlar telefonlarını kapattıklarında ve fiziksel olarak sosyalleştiklerinde stres seviyeleri belirgin şekilde azalıyor.

Yani, aslında ihtiyacımız olan şey basit:
Daha fazla gerçek etkileşim.

Neler Yapabiliriz?

-Dijital Detoks:
Haftada en az bir gün telefonunuzu kapatın, sosyal medyadan uzaklaşın.
-Derin Sohbetler:
Ekrana değil, karşınızdaki insana odaklanarak sohbet edin.
-Algoritmalara Karşı Bilinç:
Sosyal medyada gördüğünüz her şeyin bir “kurgu” olduğunu unutmayın.
-Gerçek Anlar:
Fotoğraf çekmek için değil, gerçekten anı yaşamak için zaman ayırın.
-Sosyal Medyayı Araç Olarak Kullanın:
Amaç haline getirmeyin. Paylaşmak için değil, anlamak için kullanın.

Hiçbir emoji, bir gülümsemenin sıcaklığını veremez.
Hiçbir filtre, doğal güzelliğin yerini tutamaz.

Dijital dünya bizi yakınlaştırabilir. Ama insan olmanın en temel gerekliliği hâlâ aynı: Gerçek bağlar kurabilmek.

Yazar