Rafet ULUTÜRK

Tarih bazen resmi anlatıların arasından sızan küçük bir belgeyle yeniden anlam kazanır. 1822’de Akif Bey tarafından hazırlanan rapor da işte böyle bir metin. Balkanların kaynamaya başladığı, imparatorluğun çatladığı yıllarda yazılan bu rapor, yalnızca bir dış politika değerlendirmesi değildir; aynı zamanda bir zihniyet arkeolojisidir. Bugün o metne baktığımızda şaşırtıcı biçimde Türkiye’nin 20. yüzyıl başında yürüdüğü yolun önceden sezilmiş olduğunu görüyoruz.

“Anadolu’ya Çekilmek” Bir Geri Adım mıydı?

Dönemin birçok devlet adamı kopan parçaları geri almak için planlar yaparken, Akif Bey tam tersini öneriyordu:
“Önce çekirdek alanı koruyun.”

Bu düşünce, yıllar sonra İttihat ve Terakki’nin 1912 kongresinde Mustafa Kemal tarafından savunuldu. Ardından TBMM’nin kuruluşunda yine aynı sınırlar yeni devletin zemini oldu.

Demek ki mesele bir geri çekilme değildi…
Bu, geleceği yeniden inşa etmek için sağlam bir taban bulma arayışıydı.

“Kontrollü Dağılma” Bugün Bize Ne Söylüyor?

Rapordaki en tartışmaya açık ifade “kontrollü dağılma”dır. Bu kavram, bir imparatorluğun kaderini kabullenişi gibi görünse de aslında derin bir stratejiyi barındırır:

“Kopacaksa kopacak; ama biz oraya insanımızı, kültürümüzü, zihniyetimizi bırakalım.”

Bugün bakınca görüyoruz ki Osmanlı’nın son kuşağının yetiştirdiği kadrolar, sadece Anadolu’da değil; Libya’dan Pakistan’a, Azerbaycan’dan Arap coğrafyasına kadar farklı yerlerde devletleşme süreçlerinde rol aldı.

Bu bir yenilgi değil; coğrafyadan çekilip insan üzerinden genişleme fikrinin tezahürüydü.

Teşkilat-ı Mahsusa: Bir İmparatorluğun Son Hamlesi

Günümüzde sık sık tartışılan, üzerine romantizm de komplo da yüklenen Teşkilat-ı Mahsusa, işte bu stratejinin ete kemiğe bürünmüş hâliydi.

İronik olan şu:
Devlet küçülürken, teşkilatın dokunduğu coğrafyalar genişliyordu. Libya direnişinin sembol isimlerini eğiten kadro, Osmanlı subaylarıydı. Pakistan’ın kuruluş fikrinde Osmanlı’dan giden bazı isimlerin etkisi vardı. Azerbaycan Milli Hükümeti’nin ilk kadroları İstanbul’da yetişmişti. Samsun’a çıkan kişilerin bir kısmı daha önce Trablusgarp’ta, Kafkasya’da, Yemen’de Osmanlı adına mücadele etmişti.

Bu tablo, “kontrollü dağılma” fikrinin sadece bir teoriden ibaret olmadığını gösteriyor.

Peki bu tarihsel yaklaşım, bugünün Türkiye’sine ne söylüyor?

Belki de şunu:
Coğrafya genişlemeyebilir. Ama etki alanı, insan yetiştirme kapasitesiyle genişler.

Bugün hâlâ Libya’da, Balkanlarda, Güney Asya’da Türkiye’ye dönük sıcak bir hafıza varsa bu tesadüf değildir. Büyük devlet fikri, toprağın büyüklüğüyle değil; belleğin, kültürün, kadronun yayılma gücüyle ölçülür.

Bugünün tartışmalarında sık sık “dış politika açılımları” konuşuyoruz. Kimi zaman abartıyoruz, kimi zaman küçümsüyoruz. Ama belki de asıl eksik olan şey şudur:

Genişlemek için önce daralmanın gerekliliğini anlamak.

1822’de Akif Bey’in söylediği gibi, bazen küçülmek bir mecburiyet değil, bir hazırlıktır.

Ve bu hazırlık, bir milletin uzun vadeli etkisini belirler.

Belki de bugünün dünyasında yeniden hatırlamamız gereken şu:
Devletin haritası küçülse de, insanın ufku büyüyorsa, tarih o devleti tamamen silmez.

Çünkü gerçek güç çizgilerde değil; yetiştirdiğimiz insanlarda saklıdır.

Yazar